HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 12 NİSAN 2025, CUMARTESİ


Gartalı Osman

10.04.2025 00:00
        Osman dede, torunu küçük Kurban'ı atının terkisine bindirir, Türkiye Gürcistan sınırına gider. Sınıra gelince attan iner, atın yularını Kurban'a verir; "Ay bala sen burada beni bekle" der, biraz uzaklaşır. Bir taşın üstüne oturup, sınırın öteki tarafına bakar, bakar, bakar. Sonra gelip ata biner, torununu yine terkisine alıp, köye dönmek için atını sürer. Kurban atın üstünde dedesinin beline sarılır, o sırada eline bir damla yaş düşer. Anlar ki, dedesi Osman yine gizli gizli ağlıyor.

        Kurban, dedesinin güldüğünü hiç görmemiş, arada sırada böyle sessizce ağladığına şahit olurmuş. Dedesi sert görünen biri olduğundan hiç kimse de "senin derdin nedir" diye soramıyormuş. Eline bir damla yaş daha düşünce Kurban'a bir cesaret gelir.

        -Dede, yine ağlıyorsun. Niye ağladığını da hiç anlatmıyorsun, bir yerin mi ağrıyor?

        Osman dede birden atı durdurup, iner, torunu Kurban'ı da attan indirip kucağına alır, sarılır. Bu sefer senelerce içine akıttığı yaşlar gözlerinden boncuk gibi dökülür. Kurban'a iyice sarılır, sonra bir taşın üstüne oturup, o güne kadar hiç kimseye anlatmadıklarını torunu Kurban'a anlatmaya başlıyor.

        - Ay balam, can balam, sınırın öte tarafında geldiğim köy var. Tiflis'in Ahıska kazasının, Ahılkelek nahiyesine bağlı Garta köyü bizim köyümüzdür. Garta bizim ata baba yurdumuzdur. Garta bizim doğup ama doyabilmediğimiz yerdir. Garta anamı, kardeşlerimi, hısımlarımı bırakıp geldiğim yerdir. Garta bizim hasretimizdir.

        Bunları söyleyince Osman dedenin gözlerinin yaşı sel olup akıyor.  Daha kim susturabilir Osman dedeyi. Senelerdir hiç kimseye diyemediklerini yüreğinden dışarı çıkarıyordu, hem de hasretini göz yaşıyla yoğurarak. O sert görünüşü gitmiş, yerini çaresiz, günahsız bir çocuk almıştı. Uzaklara bakan gözlerini torunu Kurban'ın gözlerine dikmiş, bakıyor, sarılıyor, ağlıyordu. Osman dedenin ağlamasına çok şaşırmıştı Kurban. Dedesi biraz susmuştu,  Kurban sessizliği bozdu.

         -Ay dede, niye geldin, ne zaman geldin, kimleri orada bırakıp, kimlerle geldin  Garta'dan?

        Osman dede, ceketinin koluyla yanaklarından süzülen yaşı siler, burnunu çeker ve derin bir nefes alır.

        -Anlatacağım ay balam, anlatacağım. Anlatacağım ki, geçmişinizi bilin, aslınızı yitirmeyin. Anlatacağım.

        Osman dede, yine ata biner, terkisine Kurban'ı da bindirir, bir daha sınıra gider. Kurban'ın gözü Osman dedede, dedeninki ise sınırın öte tarafında. Başlıyor anlatmaya, o çileli günleri.

        -Kaçakaç denilen o büyük göçlerden sonra bizim de içinde olduğumuz Kafkasya'da Ruslar, Türkler hem birlik olup güç kazanmasın diye, hem de hıristiyanlaştırma baskısı göstererek sürgünlere başlamış, direnen olursa da öldürüyormuşlar. Kafkasya'dan Rusların zulmünden kaçan Türkler ana vatan Türkiye'ye göçerlermiş. Türkiye'ye göçen Türkler evvela Kars ve kazalarına yerleştirilirlermiş. Sonra Kars bir kaç defa Ruslara geçince, Osmanlılar oradaki Türklerin çoğunu iç anadoludaki şehirlere yerleştirmişler. Kars tekrar Türkiye'ye geçince, Kafkasya'daki Türkler göçü daha da hızlandırmışlar.  Bu şekilde neredeyse elli yıl geçmişti. Komşu şehirlerden, köylerden gelen haberleri duyardık. Ruslar her gün bir köyü Sibirya ve Sovyetlerin daha iç taraflarına sürgüne yolluyormuş. Eli silah tutabilen, güçlü gençleri, asker olup kendilerine karşı savaşmasınlar diye habersizce köyleri basıp alıp götürüyorlarmış.

        O zaman Ahıska taraflarında at yarışları yapılırdı. Ruslar özellikle Türklerin katılmasını istiyormuş. Yarış kazanana hediye veriyorlarmış. Bizim köyde de adı Paşa olan biri vardı, yaman adamdı. Bunun da Golyo adını koyduğu yaman bir atı vardı. Paşa bu atıyla bir yarışı kazanmıştı, hediye olarak da köye peksimet dağıtmışlardı. Bu yarışlar bize aslında bir tuzakmış. Yaman, güçlü ve becerikli gençleri bu şekilde öğrenip, sürgüne bunlardan başlıyorlarmış. Şeyh Şamil, Mihrali Bey o bölgelerden yığılan gençlerle direnmişti Ruslara. Ben de Paşa'nın yanındaydım. Paşa birinci geldiği için ona hemen dokunmamışlardı.

        Adamın iyisi her zaman iyidir derler. Aklımdan hiç çıkmıyor, Tiflis jandarma kumandanı beni çağırdı, dedi ki "Ay Osman,  Türkiye'ye geçmek istersen ben yollardaki saldatları çekerim.  Yoksa sana da Sibirya yolunu görünüyor."

        Kumandan uyarısını yapmıştı. Ya Türkiye'ye geçeceğim, ya da Ruslar ölüm katarı da denilen hayvan trenlerine bindirip beni de Sibirya'ya götüreceklerdi. Kalsam tüm sülaleyi yollarlar, kaçsam hedeflerinde ben olduğum için anama ve kardeşlerime küçük oldukları için bir süre daha dokunmayacaklardı. Sibirya'nın evi yıkılsın, uzak mı uzak, günlerce aç, susuz yol gidilirmiş, insan helak olurmuş. Zaten çoğu yolda ölüyormuş.

        Osman dede bunları anlattığında gah ağlıyor, gah gözünün yaşını, gah yüzünü siliyor. Biraz durup dinlenip, derin nefes alıp kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor. Kurban gözünü kırpmadan dinliyor. Bu hikaye hiç bitsin istemiyordu.

        -Kumandanın yanından düşüne düşüne eve geldim. Garta'da koyacağım anamla, kardeşlerimle helalleşmeden gitmek olur mu? Olmaz tabi. Çoluk çocuğu alıp anama gittik.

        -Döne ninemiydi anan dede?

        -Evet oğul, Döne ninen benim anamdı. Neyse oturduk, yemek yedikten sonra, anama dedim ki "ay ana gel seni bir kucaklayayım, içimden geldi." Sarıldım. Anam anlamıştı kaçacağımı. "Hakkım helal olsun ay oğul, sağlıkla gidesin" dedi. Bin dokuzyüz otuzbeş senesinin Ocak ayının yirmi üçüncü günü, gece saat dokuz da atla yola çıktım. Çocuklarım Aliyar yedi, Yunus beş, Serdar' da üç yaşındaydı. Eşimi, yani Zernişan nineni ata bindirdim, heybenin bir gözüne Yunus'u, bir gözüne de Serdar'ı koydum.  Aliyar'ı da şala sarıp sırtıma aldım. Geride kalanlar sıkıntı çekmesin diye samanlığın anahtarını kapının üzerine bıraktım Samanlık tezek ve saman doluydu.

        Ahıskada kaynatamların durumları iyiydi. Rusların koyun sürüsüne çobanlık yaparlar, karşılığında her yüz koyunun beş tanesini alırlardı. Hak seçince de koyunun kuzunun iyisini seçerlerdi. Böylelikle varlık sahibi olmuşlardı. Ama Rus kanunlarına göre ihtiyaçtan fazla harcayamazlardı. Ruslar hemen "nerden buldun" diye sorduklarından, koyunu kuzuyu satıp manatları küçük torbalara koyup toprağa gömer, başına da köpek bağlarlardı ki kimse gelip almasın. Bundan anama da söz etmiştim. İhtiyaç duyduklarında kaynatamın kapısını çalabileceklerdi.

        Yola düştük. Karakışın soğuğu, hava ayaz, buz gibi. Yerler don tutmuş. Gah at kayıyor, gah ben. Yemeye bir şey yok. Susayınca gar yiyoruz. Epey bir vakit yol gittikten sonra, bir tepenin dibine gelmiştik. O tepenin mutlaka geçilmesi lazım. Başka yol yoktu çünkü. Tepenin arkasında ne var bilmiyoruz. Ninene dedim ki " Ay Zernişan, tepeye çıkınca ben önden gideceğim, eğer saldat varsa ters istikamete kaçarım, saldat bana ateş etsin. Sen de silah sesini duyunca, atı ister Garta'ya, ister kendi köyünüz Gavet'e sürersin."

        Atı çeke çeke, buzda kaya kaya tepeye çıktık. Tepeye çıktık çıkmasına da nasıl ineceğiz?  At kıpırdamıyor bile.  Sinirlendim ama at kişner eder bizi ele verir diye bir şey de yapamıyorum. Atın yularını bıraktım, bir de ne göreyim, at arka ayaklarının üstüne çöktü, buzda kaya kaya aşağı indi. Öyle sevinmiştik ki. Şalımla atın terini sildim, boynuna sarıldım, at da başını bana sürtüyordu.

        Tepenin arkası aydınlıktı. Düzün ilerisinde karartılar vardı. Oradan geçmemiz lazımdı. Dedim ki "Ay Zernişan, siz burada çömelin, ben onlara doğru gideceğim, beni fark ederlerse yine ters istikamete kaçarım, fark etmeseler birini vurup kaçarım. Sen silah sesini duyunca çocukları da alır geri dönersin."  Zernişan ninenin gözünden dökülen yaşlar yanağında hemen donuyor, buza dönüyordu. Sesi titriyordu. Konuşamıyordu bile. "Ağlamanın sızlamanın vakti değil, çocukların selameti için böyle yapmak uygundur" dedim ve karartılara doğru gah çömelerek gah sürüne sürüne gittim. Yaklaşınca elime bir buz parçası alıp bunların birinin başına attım. Hareket etmediklerini görence, daha da yaklaştım. Baktım ki, boğa dikeniymişler. Üstlerine de kar yağınca saldat ordusu gibi görünüyorlarmış. Rahatladım, Zernişan'ın yanına döndüm. Gidip döndüğüm yola bir baktım ki kan izleri var. Evvela sağa sola, sonra kendi ayağıma baktım. Buza yapışa yapışa çarıklarımın altlarından çoraplarım yırtılmış, ayak yalın yürüyormuşum. Soğuk uyuşturmuş, kaçmayı da o kadar kafaya takmışım ki, ayak yalın olduğumu bile anlamamışım.

        Kurban bunu duyunca, Osman dedesinin evvela kara lastiğini, sonra da yün çoraplarını ayağından çıkartıp altına baktı. Sanki hala iyileşmemiş gibi. Aklından acaba "öpsem geçer mi" diye bir şey mi geçti ne. Kurban'ın bu tavrı Osman dedeyi bir daha ağlattı. Cebinden tabakasını çıkardı, tütünü koydu, kağıdını sardı, derin bir nefes çekti sigaradan. Sonra bir nefes daha, sonra bir nefes daha. Osman dede anlattıkça üşüyen içini, ciğerinin yangınını sigaranın dumanıyla söndürüyordu sanki.

        -Gece hep yol geldik ay bala. Ertesi gün sabaha karşı saat beş gibi Anavatana, Türkiye'ye ayak bastık.  Sevindik. Sağ selamet kurtulduk ama hepimiz tir tir titriyoruz. Bir evin kapısını çaldım, dedim ki; "Biz Rusya'dan geldik, hava soğuk, çocuklar aç, bizi konuk eder misiniz?  Kapının arkasından bir ses geldi. "Kocam evde yok, sizi konuk edemem." Keşke Rusya'dan hiç gelmeseydim diye geçirdim aklımdan.  Neyse biraz daha yol gidip jandarma karakoluna ulaştık. Jandarma bizi içeri aldı, sobanın kenarında oturup sorularına cevap veriyordum ki, beş yaşındaki oğlum Yunus gülmeye başladı. Gülüyor, gülüyor, kahkaha atarak gülüyor. Asabı bozulmuş çocuğun. Jandarma "Nedir seni bu kadar güldüren şey" diye sorduğunda Yunus da demişti ki;  "Ruslar bizim başımızı kesemediler ya ona gülüyorum."

        Bunu duyunca Kurban da gülmeye başladı. O güne kadar hep sert gördüğü Osman dedesini de ilk defa gülerken görüyordu. Birlikte ses sese verip güldüler, güldüler, gözlerinden yaş gelinceye kadar.

        -Sonra nooldu dede?

        -Sorgu sual yapıldıktan sonra bize Valilik tarafından Kars'ta, merkezde kalmak için epey yer gösterildi. Ama neyle geçineceğiz? Biz çiftçilikten başka bir şey bilmiyoruz ki. Meslek yok, yiyecek yok, varlık yok. İnek koyun olmadan nasıl geçiniriz? Bizden önce Rusya'dan gelen hısımlarımızın Selim'in Kamışlı köyüne yerleştiklerini duymuştum. Dedim ki biz de Kamışlı'ya gidelim. Hısımlarımız da muhacir oldukları için, onlarda da bir şey yoktu. Üstü örtülü ama kapısı bacası olmayan bir dam gösterdiler bize. Bir kilim, bir kaç eski yorgan döşek verdiler. Kilimi damın kapısına kapı niyetine astık, soğuğu kesti. Döşeğin altına da ot serdik. Hısımlarımızın verdiği yiyeceklerle kışı çıkardık.

        Bahara doğru Valiliğin emriyle, tüm Gartalılar Selim'in Yolgeçmez köyüne yerleştirildik. Bize ekip biçmek ve ev yapmak için kayıtsız arazi verdi devlet. Temel kazık, taş taşıdık evi yaptık ekmeye tohum yok, ekecek alet yok. Köyde herkesin durumu aynıydı. Konu komşudan borç tohum, tapan alıp biraz yer ektim. Köyde ermeni asıllı Sarı Dıroş vardı. Bu adam değirmen işletiyordu. Bir de bezir hanesi vardı. Gittim Sarı Dıroş'un yanında çalışmaya başladım. Sabahtan akşama kadar omzumda, sırtımda un taşıyordum. Akşamları oradan biraz un, biraz bezir yağı alır eve gelirdim. Keten tohumundan yapılan bezir yağını hem yemeklerde kullanırdık, hem de çıralarda yandırırdık. Merhem diye yara ve yanıkların da üstüne sürterdik, iyileştirirdi.

        Hasat zamanı ben tırpan, Zernişan ninen tırmık çekmek için ırgat gittik. Kazandığımız paralarla ertesi sene ekmek için tohumluk arpa, buğday, patates aldık. Değirmende çalıştıklarımla da koyun kuzu alıp, yağımızı peynirimizi kendimiz yapmaya başladık. Bir kaç sene sonra çocukların da eli iş tutmaya başlamıştı. Biri nahıra, biri kuzuya çoban oldu Senin baban olan ortanca oğlum Yunus, "elin işidir ben koyun kuzu otlatmam" dedi, Bir kış tren köyde kara saplanmıştı.  Baban da o zaman "ben demiryoluna gideceğim izin ver" dedi, ben de "tamam git" dedim. Otuz seneye yakın kazma kürek çalıştı, şükür hem kendini kurtardı, hem de eve hayrı dokundu. 

        Osman dedenin anlatmaktan dili dudağına yapışır. Kurban' a der ki;

        -Ay bala, o atın heybesinde bir tane elma olacaktı, getir onu dilimleyeyim de yiyelim. Dilim kurudu.

        -Hırtız elması mıdır dede?

        -Sen Hırtız'ı nerden biliyorsun?

        -Zernişan ninemden duymuştum. Hırtız Garta'ya yakın bir köymüş. Elması çok güzel oluyormuş. Hem sulu hem sert hem de iriymiş. Düğün akşamı damın üstünden Zernişan ninemin başına atmışsın o elmayı. Ninem sana beddua ederdi "eli kırılsın ne biçim sert vurmuştu, başım şişmişti." Dayın gelip sana kızmış "gelini öldürecek misin, öyle atılır mı diye."

        Osman dede Kurban'ın sözlerine tebessüm eder;

        -Ne yapalım o zamanlar öyleydi, yiğitlik göstermek lazımdı.

        Kurban gider heybeden elmayı alır.  Osman dede, tırpandan bozma, boynuzdan da sap yaptığı çakısını cebinden çıkartıp elmayı soydu, bir dilim Kurban'a verdi, bir dilim kendi ağzına götürdü. Sonra birer dilim daha yediler. Elma bitince, Kurban sordu;

        -Sonra hiç Rusya'dan, orada bıraktıklarından haber aldın mı dede?

        -Benden sonra,  yarış kazanan Paşa kaçmıştı anavatana. O anlattı. Benim Tiflis Garta'dan kaçtığım günün sabahı, saldat köyü basıyor. Hısımlarımızı, kaçmasınlar diye sınırdan uzaklaştırıp Sibirya ve Kazakistan' a sürgüne yolluyor,  Çimkent'e yerleştiriyorlar. Ama kardeşlerime dokunmamışlar. Kardeşlerim Abdülaziz ve Ethem de Türkiye'ye geçmişmiş. Haberleşemediğimiz için bilmiyorduk kimin nerede olduğunu. Biz Türkiye'ye gelince Gürboğa soyadını almıştık. Kardeşlerimden biri Akçay, biri de Birol soyadını almışmış. Akçaylar Selim'e, Birollar ise Muş'a yerleştirilmiş. Selimdeki kardeşimi buldum, onun sayesinde de Muş'daki kardeşimize ulaştık.

        Hısımlarının olduğunu, hem de yakın yörelerde yaşadıklarını duyunca Kurban'ın gözleri fal taşı gibi açıldı.

        -Dede kardeşlerine gidince beni de götürür müsün?

        -Götürürüm, niye götürmeyeyim. Hatta bütün çocukları toplayıp götüreyim, bir birinizi tanıyın, geçmişinizi unutmayın. Birbirinize arka durun.

        Kurban hiç bu kadar sohbet etmemişti Osman dedesiyle. Daha çok soru sorup dedesini konuşturmak istiyordu. Dedesinin anlattıklarını da can kulağıyla dinliyordu. Dinlediğinde gözünün yaşı bazen dedesinin gözlerinden yağan yağışa eşlik ediyordu. Daha Kurban'ı susturabilene aşk olsun. 

        - Dede, peki hiç Garta'dan haber aldın mı?

        - Paşa vardı dedim ya, yarışçı olan, işte o Paşa biraz okumak yazmak bilirdi.  O anavatana geldikten sonra Rusya'ya mektup yazdı durdu. Kendi hısımlarına ulaşabilmişti. Ruslar gidip gelmeye izin vermiyordu. Paşa'nın sayesinde, bir kaç sene sonra Gavet köyünden Zernişan ninenin kardeşiyle çocuklarını Sarıkamış'a getirtebilmiştik. O kavuşma çok yaman olmuştu. Ayılanlar, bayılanlar, ağlayanlar, oynayanlar bir birine karışmıştı. Birbirimizin elbiselerini bile kokluyorduk.  Hasret çok çetin bir şeydir, çok çetin, çok. Zernişan ninen adak adamıştı, tam yedi sene oruç tuttu. Anlatması zor, ama yaşanması gereken bir kavuşmaydı. Yüreklerde nice böyle hasretlikler vardı kim bilir.

        Sonra Paşa'ya bir haber geldi. Bin dokuzyüz kırkdört senesinin kasım ayının ondördüncü gününün gecesi Saldat, Rusya'nın Başkanı Stalin'in emriyle bizim köy dahil, Gürcistan'ın Ahıska bölgesinde yaşayan Osmanlı Türklerini yurtlarından koparıp, "Ölüm Katarı" denilen trenlerin hayvan vagonlarına doldurup Sibirya'ya sürgüne göndermiş. İkiyüzelli bin Ahıska Türkünün çoğu yolda hastalıktan, açlıktan hakkın rahmetine kavuşmuş. Sibirya'ya gönderilenler, orada da ayrı yerlere yollanmış. Birbirlerinden alakaları kesilmiş, yine birbirlerinden haber alamadan yaşıyorlar ya da yaşamaya çalışıyorlar. İşte balam, doğdukları yerde doyamayanların hikayesi böyledir.

        Kurban dedesinin gözlerinin içine bakıp, anlatmadıklarını anlamaya çalışıyordu o çocuk aklıyla. Dedem Garta'dan kaçıp gelmiş, ama Rusu oyalamış. Böylelikle kendi çocuklarını, sürgün yollarında aç, sefil kalmaktan kurtarmış.  Belki de gözünün önünde öleceklerdi. Belki sürgünde her biri yere dağılacaklardı. Anavatana kaçıp geldiği için, kardeşlerine de cesaret vermiş, hepsi kurtulmuş.

        Birden gözünü ağarttı Kurban, dedesine sordu;

        -Dede, ya anan Döne ninem nooldu? Hiç onu anlatmadın.

        Osman dede duymazlıktan geldi, oralı olmadı. Kurban yine sorunca, Osman dede ayağa kalktı, Kurban'ın yanından sınıra doğru biraz uzaklaştı. Kuşlar dallara kondu, kelebekler çiçeklere. Hiç biri ses çıkmasın diye kanatlarını bile çırpmadı, dedesinin ağlamasını Kurban duysun diye. Bir yel esti Garta'ya doğru. Osman dede sesini, nefesini, gözünün yaşını, hasretini anasına yolluyordu bu yelle. Yel esti Osman dede ağladı, yel esti, esti, esti. Osman dedenin ağlamasıyla birlikte yel de kesildi.

        Ata bindiler, köye döndüler. Osman dede Kurban'ın bir tek o sorusuna cevap vermemişti. Ama Kurban cevabını almıştı. Döne nine Osman dedenin yüreğinde sık sık kanayan, hiç iyileşmeyen bir yaraydı. Döne nine Osman dedenin yüreğinin sıkışması, nefesinin daralması, gece uykularında ana deyip sayıklamasıydı. Döne nine Osman dedenin yetimliğiydi. Hasretiydi.  O günden sonra ne kimse Döne nineyi sordu, ne de Osman dede anlattı. Çünkü içine akıttığı göz yaşı her şeyi anlatıyordu.

        (Değerli arkadaşım, hemşerim  Kurban Gürboğa tarafından aktarılan dedesi Osman'ın yaşadıklarını anlatan  hikaye gerçek bir göç hikayesidir. Bu hikayenin kahramanları, gerçek isimleriyle anılarda yaşatılmaya çalışılmıştır.) 

Rahim Taş - Yan Masalın İkramı adlı kitabımdan

(Bu öykünün Terekeme ağzıyla yazılışı Atam Anam Ay Terekeme adlı kitabımda yer almaktadır )
Rahim TAŞ / diğer yazıları
•Gartalı Osman 10 00:00:00.04.2025
•Dünyada Dört Kadını Sevin! 08 00:00:00.03.2025
•ALTI ŞUBAT 06 00:00:00.02.2025
•BEN VE SEN 05 00:00:00.01.2025
•Babalık Böyle Bir Şey 05 00:00:00.12.2024
•MUSTAFA KEMAL 10 00:00:00.11.2024
•YAŞA CUMHURİYET YAŞA ATATÜRK 29 00:00:00.10.2024
•Uzaklara Gitmek İstiyorum 02 00:00:00.10.2024
•Aşk Budur İşte 19 00:00:00.09.2024
•MÜKELLEFE SESLENİŞ 06 00:00:00.09.2024
•Sonra Dedim ki Kendi Kendime 27 00:00:00.08.2024
•ZAMANLA 21 00:00:00.08.2024
•Sezaryen (Bir deprem öyküsü) 16 00:00:00.08.2024
•Adı Çoktur Kadının 12 00:00:00.08.2024
•Sana Sarılmalar Biriktirdim 02 00:00:00.08.2024
•Şiirler Arası Yolculuk 29 00:00:00.07.2024
•Seni Özlemeye Gidiyorum  23 00:00:00.07.2024
•Peruka Hanımın Ruh Halleri 21 00:00:00.07.2024
•Kanser Vakalarında Moral Nasıl Yüksek Tutulur? 14 00:00:00.07.2024
•Böyleydi O Zamanlar 12 00:00:00.07.2024
•SEN BANA HEP İYİ GELİYORSUN 08 00:00:00.07.2024
•Bakış Aşısı 05 00:00:00.07.2024
•SAHTE 03 00:00:00.07.2024
•BAŞLARKEN 29 00:00:00.06.2024
•EUROMİSYON 28 00:00:00.06.2024
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--





logo

   E-posta: bilgi(@)eskisehirdenhaber.net
Tüm hakları Eskişehirden Haber adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.
Mobil uyumlu haber yazılımı: www.eticaret.com.tr