Hüseyin Aga dul kadınlara maaş verilmesine karşıydı. Hüsniye öleli on dört yıl
olmuştu, hâlâ evlenebilmek için bir kadın bulamıyordu. Dul kadınlara neden maaş
veriliyordu? Bu çok saçma ve kabul edilemeyecek bir işti. Ölen kocaların ardından adamın
maaşını alan kadınların eli para görüyordu. Genelde kocalarının ölümünün ardından miras
kalan evlerde de oturunca yeniden evlenmeyi akıllarının ucuna getirmiyorlardı. Kadının eline
para geçmeye görsün. Kadın parayı eline alınca, başına buyruk hareket etmeyi öğreniyor, canı
isterse o gün yemek yapıyor, canı isterse temizlik yapıyordu ve canı isterse de o gün hiçbir iş
yapmayıp sadece geziyordu. Özgürlüğün tadına varıyorlardı. Koca derdi çekmek
istemiyorlardı. İşte bunları düşünüyordu Hüseyin Aga. Dul kadınlara maaş bağlayan
zihniyetlere belâ okuyordu. Yatakta hafif doğruldu, oturur vaziyeti aldı. Yatağında şöyle elini
atınca okşayacağı bir teni yoktu, tam on dört yıldan beri bir kadın bulamıyordu. Zamanında
iki ayrı kadınla aynı zamanlarda yaşamıştı. Nerede kalmıştı o günler şimdi? Kadınlarından
biri köyünde diğeri ise şehirde yaşardı. İçini çekti, en azından birisi, bir kadını ömürlü olaydı
da onu bu yaşlılık denen illetin içinde yalnız başına bırakmasaydı. Komodinin üzerine
bıraktığı dantel örme takkesini kel başına geçirdi. Sırtında entarisi vardı ama değiştirmeye
hacet yoktu onu, nasıl olsa daha gün ışıkları belirmemişti. Camide toplanan iki üç ihtiyar da
üzerindeki entarisine aldırmazdı. Hüseyin Aga her sabah, ezanı okurdu. Beş vakit namazı
camide kılardı, bugün de yine aynı şekilde ezan okumak üzere karanlıkta daha yola çıkacaktı.
Üzerinde entarisi vardı, olsun, açıkta bir yeri yoktu nihâyetinde. Entarinin içinde çıplak da
değildi, çoğunlukla içliğinin üzerine çekerdi entariyi. Bugün de böyle olsun diyerek büyük
beden hırkasını omuzlarına aldı. Evin demir kapısını araladı. Ayakkabılıktan yirmi beş yıllık
emektar terliklerini çıkardı, kapının önüne tak diye attı. Terliğin biri hemen önüne düşmüştü
ama diğeri ta uzağa fırlamış, gitmiş bahçede duran römorkun altına girmişti. Terliğin birini
ayağına giydi diğer ayağını da toprakta sürümeye başladı. Römorkun yanına geldiğinde Cin
Osman'ı gördü. ''Erkencisin, Selam ün Aleyküm,'' dedi Osman'a. Oralı olmayan Cin Osman,
Hüseyin Aga'ya alaycı bakışlarını yöneltti, cevap vermiyordu. Osman, Müslüman cinlerden
değildi ki niye cevap vereceğim diye düşünüyordu. Kaç kez bu yaşlı bunağa bana o şekilde
selam verme demişti, ama dinleyen kim? İşte yine Müslüman selamı veriyordu ve sanki
Osman da onun selamını almak mecburiyetindeydi. Aklına bu yaşlı bunağa oyun etmek geldi.
Terliğini saklayacaktı onun. İhtiyar, römorkun altına doğru eğilmeden o çoktan ihtiyarın
terliğini almış sırra kadem basmıştı. Hüseyin Aga römorkun altına göz gezdirdi terliği yoktu.
Hemen anladı Cin Osman'ın oyun ettiğini. Osman, diye bağırdı, ''Çabuk terliğimi getir
buraya!'' Osman gülüyordu, kahkaha sesleri geliyordu yalnız herifin nerede olduğu belli
değildi. Hüseyin Aga, Felak ve Nas surelerini okudu. İşte o vakit ağlama sesleri yükselmeye
başladı. Osman, yeter okuma artık sırtımda yara açılıyor, diye bağırıyordu. Terliği şak diye
Hüseyin Aga'nın önüne attı. Şimdi Osman da bir şeyler mırıldanıyordu. Osman'ın okuduğu
ile Hüseyin Aga'nın okuduğu dualar karşılıklı birbirine çarpıyor, önce yere dökülüyor sonra
semaya yükseliyordu. Osman da Kur'an-ı Kerim'den bir ayet okuyordu, yalnız Cin
olduğundan onların okumak şekli farklıydı. Cin Osman'ın sesini duyan çoğu insan onun
Kur'an'dan bir sure okuduğunu aklına bile getiremezdi.
- Hani ya sen Müslüman değildin. Kur'an okuyup durursun.
- Senin okumana karşı, sırtımdaki yara kapansın diye okurum yaşlı bunak.
- İşine gelince Müslümanım işine gelmeyince değilim dersin pis kâfir.
- Yaşlı bunak.
- Kâfir.
- Bu iş burada bitmedi.
- Zaten hiç bitmiyor.
Osman'ın sırtındaki yara kapanmıştı, Cin Osman kaybolup gitti. Hüseyin Aga da
diğer terliği ayağına geçirerek bahçe kapısından çıktı.
Hava hafif serindi, iyi ki hırkamı üzerime aldım, diye düşündü. Bayır yukarıya
doğru yürürken biraz zorlanır gibi olsa da aslında yaşına göre oldukça dinçti. Üstelik hiçbir
rahatsızlığı yoktu. Kadınsız yaşamak çok zordu. Niçin dul kadınlara maaş bağlarlardı sanki.
Her yer dul kadın kaynıyordu ve Hüseyin Aga bir tanesini bile alamıyordu. Bayırın sonundaki
beyaz tek katlı küçük evde Neclâ otururdu. Neclâ da duldu, yetmişinde ya var ya yoktu. E
kendi de seksene merdiven dayamıştı. Neclâ hatunun boyu bir buçuk metre kadardı.
Feracesinin içinde sakladığı minicik bedeni sanırsın ki bir serçe kuşu. Küçücük ayakları
sanırsın ki beş yaşındaki bir çocuğun ayakları. Ya o beyaz yaşmağının içinde duran gül
yüzüne ne demeli! Ah Necla hatun ah! Al kucağına vur atının terkisine. İnsanı deli ederdi bu
kadın. Ama gel gelelim Hüseyin Aga'dan yana bile bakmazdı Neclâ hatun. Sanki ölen kocası
Arif, Hüseyin Aga'dan daha iyiydi. Peh peh! dedi, Neclâ'nın evinin önünden geçerken. Ne
olurdu sanki bir sabah da açıverse kapıyı da gel dese, gel bakalım, şu son demlerimizi birlikte
geçirelim seninle. Hem isterse ona hükümet nikâhı da kıyacaktı ya neyse.
Cin Osman yine yanında belirmişti Hüseyin Aga'nın. Unut o sevdayı sen, o katun
sana gelmez dedi. Katun değil hatun diye ikrar edecekti ki Hüseyin Aga, Cin Osman'ın onu
taktığı, ettiği yoktu.
- Bana bak hele kart horoz, bu Neclâ katun sana varmaz.
- Defol yanımdan pis kâfir. Niçin varmayacakmış? Bugüne bugün malım var,
evim var, maaşım var.
- Geçen gün Neclâ katunun evine ziyarette bulundum da onun bir sırrını
öğrendim, dedi deyyus ama yine gözden kaybolmuştu.
- Osman len Osman çık dışarıya, hangi Cehenneme gittin? Gel de ettiğin lafı bitir hele.
- Gel dersen gelirim, gelme dersen gelmem.
- Gel hele, gel.
- Gelirim ama anlatmam.
- Ulen anlatmayacaksan ne diye geleceksin pis kâfir?
- Anlatırım ama karşılığını ödersin.
- Ne istiyorsun de hele?
- Pasta isterim, rakı isterim.
- Ulan deyyus, pasta tamam da hacı adamım, nasıl sana rakı alayım da kendi elimle vereyim.
- O zaman gelirim ama anlatmam.
- Baş belâsı alacağım, gel de anlat.
- Bana bak Hacı kart horozu, bu katun var ya sana varmaz.
- He anladık onu, neden varmaz anlat hele.
O sırada camiye yaklaşmışlardı. Osman'ın Kelime-i Şehadet getirmediğinden
camiye girmesi yasaktı, bu yüzden kapıda duruyor ve sinir bozucu bakışlarını Hüseyin
Aga'nın üzerinde gezdiriyordu. Hüseyin Aga atla sırtıma dedi. Camiye girerken sırtıma
binersen hiçbir yerinde yara açılmaz.
- Tamam ama beni yere bastırmayacaksın.
- Tamam tamam atla haydi.
Birlikte camiye girdiler. Hüseyin Aga sırtına aldığı hırkasını yere serdi, otur bunu
üzerine, o zaman pis, kâfir ayakların yere değmeyeceğinden hiçbir tarafın da kanamayacak.
Cin Osman, Hüseyin Aga'nın sırtından inip hırkanın üzerine oturdu. Hüseyin Aga da
şadırvanın önündeki küçük tabureye oturmuştu, abdest alıyordu. Osman başladı anlatmaya.
- Geçen gün Neclâ katunun evini ziyaret etmiştim. Mutfakta yiyebileceğim bir
şeyleri aranırken baktım ki yoğurt tenceresinin ağzı açık. Bilirsin biz Cinler açık tencere
içlerindeki yemekleri aşırırız.
- Bilmez miyim? O yüzden ben mutfağımdaki her bir yiyeceğimin üstünü örtmeyi ihmal etmem.
- Pis cimri. İşte o yüzden ben de senin sandığının içine giriyorum ve orada tuvaletimi yapıyorum.
- Biliyorum.
- İyi bil öyleyse. Bu Necla katun gençliğinde bir herifi seviyormuş. Sevdiğine
değil de onu Arif'e vermişler. Aslında Arif'in öldüğüne sevinmiş bile. Kadın milleti değil mi?
Boş ver aldırma. Elinde bir fotoğraf tutuyor siyah beyaz bir fotoğraf bu. Bakıp bakıp ağlıyor
bir de Ali'm benim diyor. Ben ölünce sana kavuşacağım diyor. Kim bu Ali?
- Çoban Ali.
- He tanıyorsun yani.
- Tanırım. Demek Ali'yi seviyor hâlâ.
- Ne oldu ki ona? Genç yaşta ölmüş galiba.
- Öldü.
- Beni minareye çıkarsana seninle ezan okumak istiyorum bugün.
- Tövbe estağfurullah. Bana bak oğlum bu iş şakaya gelmez. Âlim Allah yanarsın bak.
- Hiç anlamıyorum, dua edebiliyorum ama camiye giremiyorum. Hep o Cezzar
yüzünden. Şikâyet edip durur beni, mimlendim.
- Tamam, istiyorsan atla sırtıma.
Osman yeniden Hüseyin Aga'nın sırtına çıktı. Birlikte minarenin dar ve dik
merdivenlerinden usul usul sürüklenir gibi çıktılar. Hüseyin Aga minarenin kapısını açtığında
tatlı bir esinti ile karşılaştı. Saatine baktı, henüz erkendi, tam beş dakikası daha vardı ve o beş
dakika beklemek üzere hoparlörün yanında dikilmeye başladı.
Cin Osman neden ezan okumaya başlamadığını sorunca, daha erken dedi.
- Yaşlı bunak gidiyorum o hâlde ben.
- Hangi Cehenneme istersen ona git.
- Yok Cehenneme değil Araf'a gidiyorum. Senin iki katun da orada. Selam götüreyim mi?
- Götür, çok özledim onları.
- Ama onlar seni hiç özlememiş. Belâ okuyup dururlar. Evleneceğini duymuşlar.
- Kimden duydular len Osman?
- Ha ha ha. Gidiyorum ben.
- Defol git.
Vakit tamamdı. Hüseyin Aga ezanı okumaya başladı.
''Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Eşhedü en lâ ilâhe illallah.
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah.
Hayye ales-salâh, Hayye ale's-salâh.
Hayye ale'l-felâh, Hayye ale'l-felâh.
Allâhü ekber, Allâhü ekber.
Lâ ilâhe illallâh.''
***
Hüseyin Aga'nın beş gelini vardı. Hepsi de bilmişin önde gideniydi ona göre.
Kendi kadınları kanaatkârdı. Hüseyin Aga kadınlarıyla mutlu seneler geçirmişti. Nerede eski
kadınlar nerede şimdikiler. Ne istekleri biterdi şimdikilerin ne gezmeleri ne tozmaları. Bir
maaşı ile iki kadın bakmıştı zamanında. Kadınlarına bir kilo pattis ve biraz yağ, un, şeker
bırakır bir daha da on gün arkasını aramazdı. Kadınlar ne bulurlarsa idare ederlerdi. Kanaatkâr
idiler. Bir de şu gelinlerin durumlarına bakıyordu da şaşılacak işti doğrusu. Dilleri pabuç
gibiydi, oğlanları iki-üç işte çalışıyor yine de karılarının isteklerine yetişemiyorlardı. Ortanca
gelininin yaklaşık bir düzine mantosu vardı yine de yeni bir manto alabilmek için oğluna
kredi çektirmişti. Salak oğlan da karısının sözünden çıkamadığı için krediyi çekmiş, kadının
üstünü başını düzmüştü. Akıl sır erecek gibi değildi doğrusu. Kendisi az tüketimden dolayı
aylardan beri elektrik-su parası ödemiyordu. Galiba maaşının ancak onda birini
harcayabiliyordu. Kalanını ise belki bir hatun alırım diye bankada tutuyordu. E hatunu alırken
koluna bilezik yapmak icap ederdi, üstünü başını da esvap almak icap ederdi. İşte böyle idi,
Hüseyin Aga'nın görgüsü de anlayışı da bu kadardı. O bu neslin adamı değildi. Hüseyin Aga
elli yıl öncesinin adamı idi. İnternet nedir bilmez, cep telefonu da kullanmazdı. Hatta ev
telefonunu da gereksiz gördüğünden kapatmıştı. Kışın köylük yerde yakacak odunu bol
olduğundan doğalgazı açmazdı, elektriği-suyu ise az tüketim yüzünden ödediği yoktu. Arada
bir oğlanların evini gezer, onlarda yemek yerdi. Yalnız her gittiğinde oğlanların yularlarının
biraz daha fazla kadınlarına kaptırmış olmalarına içerlerdi. Kızmasına kızıyordu ama hiç
değilse hepsi evliydi, evleri-çocukları, hanımları tamamdı. Sonuçta devir de değişiyordu,
insanlar da değişiyordu elbet. Gelinler-oğlanlar gitme kal deseler de o kesinlikle oğlanlarının
evinde kalmazdı. Kendi evine çıkar gelirdi. En rahat ettiği yer kendi eviydi. Başka bir yerde
kalma düşüncesini bile sevmezdi. Ah kadınlarından en azından birisi sağ olaydı da onu bu
yaşlılık illetinde yalnız bırakmasalardı.
***
Hüseyin Aga Doğu'da bir yerde yol işçiliğinde çalışmaktaydı. Memleketinden
epeyce uzaktaydı. Parası iyi olduğundan Doğu görevi çıktığında hemen ismini yazdırırdı.
Böylelikle iki hanıma ev almıştı. Büyük hanımından çocukları vardı ama küçük olanın çocuğu
olmuyordu. Küçük karısı kaç kez beni doktora götür demişti ama Hüseyin Aga kulak ardı
etmişti. Doğurursa doğururdu, sonuçta büyük karısından beş çocuğu olmuştu ya, küçükten
çocuk olmuş olmamış pek de dert değildi. Kadın, Hüseyin Aga'dan korktuğu için de doktor
lafını uzatamaz, bir-iki kez söyledikten sonra işine-gücüne bakardı. Daha çok çalışmalıydı
Hüseyin Aga, bu yaz tarlaları ekecekti. Hem kendi yol işinde çalışıyordu, gerekirse küçük
hanımı da şehirden köye getirirdi. İki kadın birlikte tarlada çalışırlar ve o da yol işinde
çalışırdı. Para biriktirmesi gerekirdi, beş oğlu vardı dile kolay. Her birine ev alacaktı,
evlendirecekti, oğlanların hatunlarına altın alacaktı, evlerine mobilya alacaktı. Daha şimdiden
büyük oğlana ev yaptıracak kadar parayı biriktirmişti bile.
Yıllar yılları işte böyle kovaladı durdu… Oğlanların her biri büyüdü. Hüseyin Aga
oğlanlarının hepsine ev de aldı, karılarına altın da yaptı, mobilya da düzdü vesselam. Yine
küçük karısından çocuk olmamıştı ama bu Hüseyin Aga'nın sorunu değildi. Hem kısır olan da
kadının kendisiydi, yoksa Hüseyin Aga'nın büyük hatunundan beş tane çocuğu vardı değil
mi? Mademki kısır olan oydu, ne diye uğraşacaktı, kadın bakıldığına dua etsindi. Oğlanlar
evlenmişti, tam rahat edecekleri sırada önce arada bir görüşen kadınlarının arası bozuldu.
Fesat küçük hatun büyük hatunu kıskanıyordu. Onun çocuğu olmadığı için son zamanlarda
dırdırı çok fazla yapar olmuştu. Bir gün Hüseyin Aga elinde bir kilo pattis küçük hatunun
evinin kapısında bitti. Bastı zile açan olmadı, bastı zile açan olmadı. İyice dellendi. Bu yaştan
sonra böyle bir maskaralık olacak iş değildi. Neyine güvenirdi bu kadın? Zile basmayı
bırakarak kapıyı yumrukladı ama nafile yine açan yoktu. O sırada merdivenlerden inen
Boşboğaz Ali, Hüseyin Aga'ya şöyle dedi:
- Zile hiç basma Hüseyin ağabey açılmaz o kapı artık sana.
- Niye açılmazmış?
- Benden duymuş olma ama sana bir şey diyeceğim.
- Ne diyeceksen de hayde?
- Bedavaya olmaz.
- Ne istiyorsun?
- Sigara istiyorum, bir de soğuk bir içecek ısmarla bana.
- Olur düş önüme.
Birlikte Muradiye Meydanı'ndaki Çınarlı Kahve'ye gittiler. Kahveciye ısmarlanan
soğuk limonatalar ve sigara da gelince Boşboğaz Ali başladı konuşmaya.
- Benden duymuş olma ama sana bir şey diyeceğim.
- Desene oğlum, uzatma lafı.
- Senin bu küçük hanım babasından maaş çıkartmış. Birisi aydırmış onu. Evli
değilsin demiş, çekme o yaşlı bunağı demiş, git demiş, babanın maaşını almaya hakkın var
senin demiş, maaş bağlar sana hükümet demiş.
- Ne! diye olduğu yerde zıpladı Hüseyin Aga. Kim yapardı ulen bu alçaklığı?
Onun kadınını kim aydırırdı böyle. Otuz yıllık karısıydı bugüne bugün. Bir kilo pattisten üç
gün yemek yapan kadının aklı ermezdi böyle şeylere. Hangi alçak! dedi. Benim kadınımı
hangi alçak baştan çıkarır?
- Orasını bilmem ama senin hatunun durumu böyledir.
Hüseyin Aga düşündü, taşındı. Bunca yıllık karısını elinden kaçırdığına mı
yansın? Yoksa milletin alaylarını mı düşünsün? Adama neler demezlerdi? Yirmi yaşlarında
ele geçirdiği bir kadını kaybetmiş, diye tefe çalar oynarlardı vallahi. Ne yapmalıydı ne
yapmalıydı? O sırada oğlu aradı, telefonu açtı. Oğlan birkaç lakırdı ettikten sonra babasının
nerede olduğunu sordu. Babası şehirde olduğunu söyledi. Büyük oğlan ardından Zarife
anasının babasına kapıyı da açmadığını öğrenince neredeyse zil takıp oynayacaktı. Üvey
anayı herkes sevmezdi ki. Onların da pek hazzettikleri söylenemezdi. Hüseyin Aga düşündü,
düşündü. Mademki kadına maaşı hükümet bağlamıştı, o hâlde hükümete gidip danışmak icap
ederdi. Hükümet kapısına gün içinde öğle vakitlerinde dayanan Hüseyin Aga kapı kapı
dolaşarak ve her bir odada karşısında biten memura derdini anlatarak müdüre kadar çıktı.
Bunca yıllık karım diye ağlıyordu, kaytan bıyıklı müdür, Hüseyin Aga'nın durumuna çok
acımıştı. Hem kadının bir bakanı da olduğuna göre maaşa ne gerek vardı? Üst makamlara
telefon ederek bir hâl çaresi düşündü. Sonradan ortaya ne çıksın meğer kadınının babasının
yüklü bir borcu varmış devlete, maaşta on yıl boyunca devlette görünen borca kesilecekmiş.
Hay Allah razı olsun senden kaytan bıyıklı müdür bey. İmdi düştü mü yine kadın? Oh ne âlâ.
İşte böyle, bu da bu şekilde atlatılmış oldu. Var mı Hüseyin Aga'da kadın kaptıracak göz? Ah
Ah! Ama ne olduysa nazara gelmişti işte. Önce küçük hatun birkaç ay hasta yattıktan sonra
öteki dünyayı boylamış ardından da büyük hatunu diğer dünyaya yuvarlanıvermişti. Eh yazgı
işte ne edersin? Ah ah yazgı… Şimdi de böyle yaşlılık denen illetin içinde bir başına
yaşıyordu zavallı adamcağız. Elinde olsa tüm kadınların maaşını kestirirdi ya neyse…