Bernard Caporal- Kemalizm Sonrasında Türk Kadını I (1919-1970)
Fransız sosyolog Bernard Caporal'ın bu önemli eseri, Cumhuriyet Türkiye'sinde kadının
toplumsal konumunu, aile içindeki statüsünü ve modernleşme sürecine katılımını tarihsel,
sosyolojik ve kültürel açılardan inceler. Caporal 1919'dan 1970'e kadar uzanan dönemi hem
yasal düzenlemeler hem de gündelik yaşam pratikleri üzerinden yorumlayarak, modern Türk
kadınının doğuşunu gözlemleyen ilk Batılı araştırmacılardan biridir.
Caporal'a göre Cumhuriyet reformları, kadın için hukuki bir devrim ve toplumsal bir yeniden
doğuştur. Medenî Kanun'un kabulüyle birlikte kadın, ilk kez evlilik, boşanma, miras ve
mülkiyet konularında erkekle eşit haklar elde etmiştir. Ancak bu yasal eşitlik, kırsal kesimde
ve ataerkil yapılarda uzun süre kâğıt üzerinde kalmıştır. Caporal köy toplumunun hâlâ
geleneksel değerlerle şekillendiğini, kadınların üretim sürecine aktif katılsalar bile karar
mekanizmalarında söz sahibi olmadıklarını vurgular. Kentlerde ise durum daha dinamiktir.
Kadın, eğitim kurumları, iş yaşamı ve kent kültürü aracılığıyla kamusal alana girmeye
başlamıştır. Buna rağmen erkek egemen düşünce tarzı ve ataerkil alışkanlıklar kolayca
yıkılamamıştır. Yazar bu çelişkiyi "modernliğin aileye girmesi" olarak tanımlar: artık
modernlik kadının kendisi aracılığıyla evin içine taşınmıştır. Kitabın en dikkat çekici
bölümleri, Türkiye'deki kentsel aile yapısının dönüşümünü ele aldığı sosyolojik analizlerdir.
Yazar geniş saha araştırmalarına ve anketlere dayanarak üç temel aile tipi belirler: çağdaş aile,
geçiş hâlindeki aile ve tutucu aile.
Çağdaş aile genellikle büyük şehirlerde görülür. Eşler birbirine yakın yaş ve eğitim
düzeyindedir; kararlar ortak alınır. Kadın yalnızca ev içi rollerle sınırlı değildir; çalışabilir,
toplum içinde yer alabilir. Evlilik eşitliğe ve karşılıklı sevgiye dayanır. Çocuk terbiyesinde
otorite yerine diyalog hâkimdir. Bu aile tipi modernleşme sürecinin simgesidir.
Geçiş hâlindeki aile iki dünya arasında durur. Geleneksel alışkanlıklar hâlâ etkisini sürdürür
ama modern yaşam biçimleri de benimsenmeye başlanmıştır. Kadın çalışmak isterse kocası
genellikle izin verir, fakat bu izin "erkeğin otoritesi" içinde verilir. Kız çocuklarının eğitimi
desteklenir, ancak erken evlilik düşüncesi tamamen ortadan kalkmamıştır. Bu tip aileler
toplumsal yükselme arzusu ile eski değerler arasında gidip gelir.
Tutucu aile ise özellikle kasabalarda ve yeni kentleşen bölgelerde hâkimdir. Baba tartışmasız
bir otorite figürüdür. Kadın evdedir, dışarıya yalnız çıkamaz, çalışması uygun görülmez.
Evlilik kararı aile büyükleri tarafından alınır, kız çocuklarının rızası sınırlıdır. Dini nikâh ve
çeyiz geleneği önemini korur. Erkek çocuklar eğitimde ve özgürlükte önceliklidir. Caporal, bu
aile tipinin köy kökenli zihniyetin şehirdeki uzantısı olduğunu söyler.
Caporal, kadının özgürleşmesini eğitimle, iş yaşamıyla, aile içi karar alma süreçleriyle ölçer.
Koca ve karının birlikte karar aldığı, kadının tek başına dışarı çıkabildiği, arkadaş çevresine
sahip olduğu aileler "çağdaş" olarak değerlendirilir. Buna karşılık, kadının davranışlarını
belirleyen erkek kontrolü ne kadar güçlüyse aile o denli "geleneksel"dir. İstanbul, Ankara,
İzmir gibi metropollerde çekirdek aile modeli baskındır ve kadın kimliği toplumsal
görünürlük kazanmıştır. Ancak kasabalarda ve gecekondularda ataerkil örüntüler hâlâ
güçlüdür. Bu yüzden Caporal Türkiye'de modernlik ile gelenek arasındaki mücadelenin en
zorlu biçimde aile içinde yaşandığını belirtir.
Eserde dikkat çeken bir diğer yön, Caporal'ın modernleşmeyi yasal bir süreç ve bir zihniyet
devrimi olarak yorumlamasıdır. Kadının birey olarak varlık kazanması; eğitimle, iş
fırsatlarıyla, kendini özne olarak algılamasıyla mümkündür. Geleneksel ailede kadının varlığı,
ailenin varlığıyla tanımlanırken, çağdaş ailede kadın hem aile için hem kendi için var olur. Bu
değişim kuşaklar arasında da çatışma yaratır. Caporal, özellikle tutucu ailelerde yetişen genç
kızların eğitim ve şehir kültürüyle birlikte aile değerlerini sorguladığını, bunun da aile içi
otoriteyi sarstığını vurgular. Bernard Caporal'a göre 1970'lere gelindiğinde Türkiye'de iki
farklı kadın modeli yan yana varlığını sürdürmektedir. Birincisi Cumhuriyet reformlarının
yarattığı, eğitimli, çalışan, bireysel kimliğini kazanmış çağdaş kadın; ikincisi ise hâlâ aileye
bağımlı, kamusal alandan dışlanmış geleneksel kadın.
Bu iki modelin bir arada bulunması, Türkiye'nin modernleşme sürecinin eşitsiz doğasını
gösterir. Caporal'ın ifadesiyle, "kadın artık yalnız ailesi için değil, kendisi ve başkaları için de
vardır." Kadın, aileyi toplumla bağlayan köprü hâline gelmiştir; modernlik artık evin içinde,
gündelik yaşamın kalbinde yer almaktadır.
Bernard Caporal- Kemalizm Sonrasında Türk Kadını II (1919-1970)
Caporal'a göre Cumhuriyet reformlarıyla birlikte kadın, hukuken özgürleşmiş gibi görünse
de, toplumsal hayatta bu özgürlük her zaman aynı oranda karşılık bulmamıştır. Özellikle evli
ve çocuklu kadınların çalışmasına karşı gösterilen toplumsal direnç, kadın istihdamının en
büyük engelidir. Toplum genç kızların çalışmasını sınırlı ölçüde hoş görürken, evli kadının ev
dışında üretime katılmasını "aile düzenine tehdit" olarak algılar.
Buna rağmen 1960'larda yapılan istatistikler çalışan kadınların %50'sinden fazlasının evli
olduğunu göstermektedir. Ancak bu kadınların çoğu, küçük zanaat işletmelerinde ya da aile
işletmelerinde görev alır; bu işler İş Kanunu kapsamına girmediği için sosyal güvenlik
sisteminden de yararlanamazlar. Evde parça başı iş alan kadınlar ise en korunmasız gruptur:
yalnız çalışırlar, dinlenme saatleri yoktur, çocuklarıyla sürekli iç içe olmaktan dolayı ne
üretimlerini artırabilirler ne de sosyal çevre kurabilirler. Caporal bu kadınları, "kadın
emeğinin en yoksul halkası" olarak tanımlar. Kadın işçiler, düşük ücret, nitelik gerektirmeyen
işler ve ilerleme olanaklarının yokluğu gibi ağır koşullar altında çalışmaktadır. Üstelik
sendikal örgütlenme düzeyi son derece düşüktür. Caporal, bu durumu "kadınların tarihsel
olarak işçi bilincine sahip olmamaları"yla açıklar. Kadın işçiler haklarını bilmez, kolektif
eyleme katılmazlar ve dolayısıyla en kolay sömürülen sınıf hâline gelirler.
1965 yılı itibarıyla 84.505 kadın küçük memur ve büro çalışanı olarak görev yapmaktadır.
Kadın memurlar, kadın işçilere göre daha iyi şartlarda görünseler de, iş yaşamında ilerleme ve
terfi olanağı son derece sınırlıdır. İşverenler, kadınları "geçici çalışanlar" olarak görür; birkaç
yıl sonra evlenip işi bırakacakları varsayılır. Bu nedenle kadınlara yöneticilik verilmez, uzun
vadeli yetiştirme programlarına dâhil edilmezler. Ziraat Bankası'nda yapılan bir ankette,
kadın memurların büyük bölümü, erkek meslektaşlarının kadınlara "yetersiz ve geçici"
gözüyle baktığını belirtmiştir. Kadınların kendileri de mesleki ilerlemenin önündeki en büyük
engelin "kısa iş yaşamları" olduğunu kabul etmektedir. Eğitimli olsalar bile, çoğu evlilik ve
annelik nedeniyle işten ayrılmak zorunda kalmaktadır.
Caporal'ın ortaya koyduğu en çarpıcı verilerden biri, kadınların çalışmaya yönelme
nedenleridir. Kadınların büyük çoğunluğu için çalışmak bir tercih değildir, zorunluluktur. Evli
kadınların %70'i, maaşlarının tamamını aile bütçesine katmaktadır. Bekâr kadınlarda bu oran
biraz daha düşük olsa da, üçte ikisi gelirlerinin çoğunu evlerine göndermektedir. Kadınların
kendi gelirlerini kullanma özgürlüğü düşüktür; yükseköğrenim görmüş kadınlar bile
gelirlerinin büyük kısmını aileyle paylaşır.
Yine Ziraat Bankası anketinde, "Ekonomik zorunluluk ortadan kalkarsa işinizi bırakır
mısınız?" sorusuna kadınların yarısından fazlası "Evet" yanıtını vermiştir. Bu dönemin
toplumsal gerçekliğini açıkça gösterir: Kadınlar çalışmak zorunda oldukları için çalışmakta,
mesleki tatmin ya da kariyer beklentisiyle değil de yaşamlarını sürdürebilmek için emek sarf
etmektedir. Çalışan anneler için en büyük sorun, çocuk bakımının örgütlenmemiş olmasıdır.
Devamsızlıkların çoğu çocukların ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Kadın memurların yalnızca üçte biri
evlidir; bu oran aile sorumluluklarının kadın istihdamını nasıl sınırladığını gösterir. Kreşlerin
azlığı, aile desteğinin yetersizliği ve mahalle dayanışmasının zayıflaması, kadınları iş
yaşamından dışlamaktadır.
Caporal'ın aktardığı verilere göre 1960'larda kadın memurların eğitim düzeyi erkeklerle
büyük ölçüde paraleldir; ancak terfi süreçleri cinsiyet temelinde belirgin biçimde tıkanır.
Üniversite mezunu kadınların oranı memur nüfusunda yaklaşık %7'dir, fakat bu kadınların
çok azı idari görevlere yükselebilir. Kadınlar iş yaşamında "geçici" görülür; evlilik ve annelik
gerekçesiyle kariyerlerinin kesintiye uğrayacağı varsayılır. Ankete göre kadınlar için en uygun
görülen meslek öğretmenliktir. Ardından doktorluk ve eczacılık gelir. Büro memurluğu ve
bankacılık, kadınlara göre "doyum vermeyen" alanlardır. Öğretmenlik hem toplumsal
saygınlık hem de ev-iş dengesi açısından en uygun meslek olarak öne çıkar.
Caporal, tıp, hukuk, mühendislik, akademi ve sanat alanlarında kadınların giderek görünür
hâle gelmesini modernleşmenin en çarpıcı sembollerinden biri olarak yorumlar. 1920'lerde tıp
fakültesine kabul edilen ilk yedi kadından 1970'lere gelindiğinde, binlerce kadın doktor,
öğretmen, mühendis, sanatçı ve yazar yetişmiştir. Kadın yargıçların, diplomatların ve
akademisyenlerin ortaya çıkışı, Cumhuriyet'in "elit kadın" figürünü biçimlendirmiştir. Ancak
Caporal, bu kesimin toplumun yalnızca sınırlı bir bölümünü temsil ettiğini; bu örnekler
üzerinden tüm kadınların özgürleştiği sonucuna varılamayacağını vurgular. Caporal'a göre
çalışmak kadına ekonomik ve kimliksel bir özgürlük de kazandırabilir. Ancak Türkiye'de bu
özgürlük geniş kadın kitleleri için henüz gerçekleşmemiştir. Kadınlar üretimin merkezinde yer
alsalar da, emeğin karşılığı olan saygınlığı kazanamamışlardır. Kırsalda feodal yapı, kentte
ataerkil iş kültürü kadınları hâlâ sınırlar.
Bernard Caporal- Kemalizm Sonrasında Türk Kadını III (1919-1970)
Cumhuriyet, 1930-1934 arasında kadınlara belediye seçimlerinden milletvekilliğine kadar
uzanan geniş bir siyasal haklar dizisi tanıdı. Caporal bu hızlı ve köktenci hukuki devrimi,
günlük yaşamda ne ölçüde karşılık bulduğuna bakarak değerlendirir. Kadınlar sandığa gidiyor
mu, kararlarını kendileri mi veriyor, siyasi partiler kadınları gerçekten karar mekanizmalarına
mı alıyor? Bu sorulara verilen yanıtlar, modernleşmenin kentlerde daha hızlı, kırsalda ise çok
daha yavaş ilerlediğini; yasal hakların toplumsal davranışa dönüşmesinin uzun bir zihniyet
mücadelesi gerektirdiğini gösterir.
1960'ların ikinci yarısında üniversiteli kız öğrenciler, erkeklere oranla siyasal örgütlenme ve
eylem düzeyinde daha sınırlı katılım gösterirler; buna karşın oy verme davranışı ve siyasal
bilinç düzeyleri erkek öğrencilerle büyük ölçüde paraleldir. 1967-68 döneminde kadın
önderlerin ortaya çıkması, Caporal'a göre sembolik bir eşiğin aşılmasıdır. Kız öğrenciler
siyasal bilgiyi daha çok okuma, tartışma ve aile içi iletişim üzerinden edinmekte; bu da
siyasallaşmayı eylemden çok kültürel alanda derinleştirmektedir.
1968'de Ankara'nın "çamurlu sokakları" için belediyeye yürüyen kadınlar, Bakırköy'de su
kesintilerini protesto eden ev kadınları ve taşrada kamulaştırma adaletsizliklerine karşı toplu
başvurular, "yüksek politika" yerine belediye ölçeğinde somut talep siyasetinin kadınlar için
daha erişilebilir, daha etkili bir kapı olduğunu gösterir.
***
Bernard Caporal'ın Kemalizm Sonrasında Türk Kadını I-II-III (1919-1970) adlı eserinde
çizdiği Türkiye tablosu, kadınların hukuki eşitliği kazanmış ama toplumsal eşitliğe henüz
ulaşamamış olduğu bir dönemi anlatır. 1970'lerin Türkiye'sinde kadın, Cumhuriyet
reformlarının kendisine açtığı modernlik kapısından içeri girmiş, ancak bu modernliğin içinde
tam anlamıyla yer bulamamıştır. Kadınlar artık okula gidebilmekte, kimi mesleklerde
çalışabilmekte, seçme ve seçilme hakkına sahip olmaktadır, fakat bu hakların uygulaması
sınırlıdır. Caporal'ın gözlemlerine göre köylerde kadın hâlâ evin, tarlanın ve ailenin
görünmeyen yükünü taşır; şehirlerde ise modernlik vitrininde yer alsa da karar
mekanizmalarının dışında kalır. Kız çocuklarının büyük bölümü ilkokuldan sonra eğitimden
koparılır, çalışan kadınlar genellikle aile işlerinde ya da güvencesiz işlerde yer alır. Kadının
çalışması mecburiyetle açıklanır, kendi iradesiyle değil. Siyasette kadın temsili düşüktür;
kadınlar sandıkta çoğunluk, parlamentoda azınlıktır. Modern aile tipi henüz kısıtlı bir çevrede
görülürken, kasabalarda tutucu aile biçimi hâlâ hâkimdir. Kısacası 1970 Türkiye'si, hukuken
özgürleşmiş ama toplumsal olarak yarı bağımlı kadının ülkesidir.
Caporal, Cumhuriyet'in yarattığı kadın devrimini hem yasal düzenlemeler hem de toplumsal
gerçeklik üzerinden inceler. Ortaya çıkan tablo devrimin iki farklı hızda ilerlediğini gösterir:
yasalar hızlı, toplum yavaş değişmiştir. 1920'lerde Medeni Kanun ve eğitim reformlarıyla
başlayan süreç, kadına evlilikte, boşanmada, mirasta ve siyasette erkekle eşit haklar
kazandırmıştır. Ancak Caporal'a göre bu eşitlik, özellikle kırsal kesimde uzun süre "kâğıt
üzerinde" kalmıştır. Köylerde ve kasabalarda kadın, üretimde yer alsa da karar verici değildir;
aile içinde ve kamusal alanda hâlâ erkek otoritesi egemendir. Kentlerde ise değişim daha
canlıdır. Eğitim, çalışma hayatı ve şehir kültürü kadını kamusal alana taşımış, çekirdek aile
yapısı modernleşmenin sembolü haline gelmiştir. Yine de ataerkil alışkanlıklar ve "kadın işi-
erkek işi" ayrımı varlığını sürdürmüştür. Caporal bu durumu "modernliğin aileye girmesi"
olarak tanımlar: kadın, modernleşmenin taşıyıcısı olmuştur ama aynı zamanda onun en fazla
direnişle karşılaştığı alandır. Kadınların büyük bölümü çalışmayı zorunluluk olarak
görmektedir. Evli kadınların iş yaşamına katılımı sınırlı, çalışma koşulları ağır, sosyal
güvenceleri zayıftır. Eğitimli ve meslek sahibi kadınlar modernleşmenin vitrini olsa da, bu
kesim toplumun küçük bir kısmını temsil eder. Kadınlar seçme ve seçilme hakkını
kazandıktan sonra sandığa gitmiş, ancak siyasetin karar mekanizmalarına yeterince
girememiştir. 1935 seçimlerinde Meclis'e giren 18 kadın milletvekili, 1950'lere gelindiğinde
üçe düşer; temsil azalırken kadın seçmen sayısı artar. Caporal, bu çelişkiyi "sandıkta
çoğunluk, mecliste azınlık" diye özetler. Ona göre hukuki eşitlik toplumsal eşitlikten çok daha
yavaş ilerlemektedir. Ancak eğitim, kent yaşamı, ekonomik katılım ve kuşak dönüşümü
arttıkça kadın, yalnızca ailesi için değil, kendi kimliği ve toplumsal varlığı için de hareket
etmeye başlamıştır. Caporal'ın ifadesiyle "kadın artık kendi devrimini yaşamaktadır."
Aradan geçen elli beş yılda Türkiye değişmiş, şehirler büyümüş, eğitim yaygınlaşmış,
kadınların kamusal görünürlüğü artmıştır. 2025 Türkiye'sinde kadınların okuryazarlığı
neredeyse evrensel hale gelmiş, üniversite mezunu kadın sayısı erkeklerle eşitlenmiştir. Artık
doktor, mühendis, akademisyen, hâkim, sanatçı kadınlardan söz etmek sıradışı değildir. Ancak
bu görünürlük, eşitliğin tam sağlandığı anlamına gelmez. Caporal'ın döneminde olduğu gibi
bugün de eğitimli ve çalışan kadın ile köylü, yoksul, düşük gelirli kadın arasında derin bir
uçurum vardır. Kadınların işgücüne katılımı artmış, fakat bu artış nitelikli işlere eşit şekilde
yansımamıştır. Kadın emeği çoğu zaman düşük ücretli, güvencesiz ve görünmezdir. Çalışan
kadınlar çoğunlukla geçim zorunluluğundan çalışmakta, işten çok evin sorumluluğuyla
tanımlanmaktadır. Ev içi emek hâlâ büyük ölçüde kadının omzundadır; çocuk, yaşlı ve ev
bakımı erkekle eşit biçimde paylaşılmamaktadır. Kadının çalışması mecburiyet olmaktan
çıkmış, fakat hâlâ toplumsal dirençle karşılaşmaktadır. Erkeklerin çoğu kadının işini "ek
gelir" olarak görmekte, bu da Caporal'ın altını çizdiği ekonomik bağımlılığın yeni biçimde
sürmesi anlamına gelmektedir.
Aile yapısı 1970'lere göre ciddi biçimde dönüşmüş olsa da ataerkil kalıntılar varlığını korur.
Artık kadın evden çıkmak için izin istemez, eğitimini sürdürür, boşanma oranları
yükselmiştir; ama bu özgürlükler aynı zamanda yeni yükler de getirmiştir. Yalnız annelik,
ekonomik bağımsızlık baskısı ve sosyal yargılar modern kadının omzundaki yeni yüklerdir.
1970'te Caporal'ın "modernlik kadının eliyle eve girdi" dediği süreç 2025'te daha da
derinleşmiştir: kadın artık modernliğin taşıyıcısı değil, bizzat onun sorgulayıcısıdır. Ev artık
kadının yeniden biçimlendirdiği bir alan haline gelmiştir. Kız çocukları eğitim ve teknolojiyle
büyümekte, aile içindeki otoriteye de yeri geldiğinde meydan okumaktadır. Buna rağmen
Türkiye hâlâ "üç aile tipi"nin birlikte yaşadığı bir ülkedir: metropollerde çağdaş çekirdek
aileler, küçük şehirlerde geçiş halindeki aileler, kasaba ve kırsalda ise tutucu aileler varlığını
sürdürür.
Siyasal temsilde ilerleme yavaş fakat süreklidir. 1970'te Meclis'te kadın oranı %1'in
altındayken, 2025'te bu oran %20 oranına yaklaşmıştır. Kadınlar artık siyasal kampanyalarda,
yerel yönetimlerde, sendikalarda ve sivil toplumda daha görünürdür; ancak karar verici
konumlarda hâlâ sınırlı yer almaktadır. Caporal'ın "sandıkta çoğunluk, mecliste azınlık"
saptaması, temsilin niceliksel artışına rağmen bugün hâlâ geçerliliğini korur. Son yıllarda
toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi gibi konular etrafında
gelişen kadın hareketi, Türkiye'de daha önce görülmemiş bir ortak bilinç yaratmıştır. Kadınlar
sokakta, medyada ve dijital alanda seslerini yükseltmekte; fakat bu yükseliş aynı zamanda
daha yoğun baskı ve şiddetle karşılaşmaktadır. Türkiye, Caporal'ın işaret ettiği modernlik ile
gelenek arasındaki gerilimi hâlâ yaşamaktadır; ancak artık bu mücadele yalnızca aile içinde
değil, siyasetin, hukukun ve kamusal yaşamın tüm alanlarında sürmektedir.
1970'in Türk kadını Cumhuriyet'in kendisine vaat ettiği geleceği bekleyen bir figürdü;
2025'in Türk kadını ise o vaadi fiilen talep eden, gerçekleştirmeye çalışan bir özneye
dönüşmüştür. Elli beş yıl önce Caporal kadınların "kendileri ve başkaları için var olmaya
başladığını" yazmıştı; bugün bu cümle daha derin bir anlam taşır. Kadın artık sadece aile için
değil, toplumun vicdanı, bilinci ve geleceği için vardır.
Yazar Hakkında:
Bernard Caporal 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye üzerine çalışan Fransız bir sosyologdur.
Paris merkezli sosyal bilim çevrelerinde yetişmiş, özellikle modernleşme, laikleşme ve
toplumsal cinsiyet konularına odaklanmıştır. Cumhuriyet devrimleriyle kısa sürede eğitim,
hukuk ve siyaset alanında büyük dönüşümler yaşayan Türkiye, Caporal'ın gözünde Batı
sosyolojisinin "gelenek-modernlik" ikiliğini sorgulamak için benzersiz bir örnekti. Caporal,
1960'lı yıllarda Türkiye'ye gelerek uzun süre saha araştırmaları yürüttü. Gözlemlerini,
anketleri ve arşiv taramalarını birleştirerek üç ciltlik "Kemalizm Sonrasında Türk Kadını I-II-
III (1919-1970)" adlı eserini kaleme aldı. Bu çalışma Türk kadınının tarihini ve Cumhuriyet
devrimlerinin toplumsal derinliğini ölçmek amacıyla yapılmıştır. Ona göre bir toplumun
gerçekten modernleşip modernleşmediği en iyi kadının ailede, işte ve siyasetteki konumuna
bakılarak anlaşılırdı. Kadınların yasal olarak kazandığı hakların gündelik hayatta ne ölçüde
karşılık bulduğunu inceleyerek, "devrim yasalarla olur ama toplum zihniyetle değişir"
sonucuna ulaşır. Onun çalışmasının temel motivasyonu da budur: Atatürk devrimlerinin
kadının yaşamında gerçek bir toplumsal dönüşüme yol açıp açmadığını anlamak.