HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 01 KASIM 2025, CUMARTESİ



Müverrih Léon Cahun ve Muallim Barthold’a Göre Cengiz Han / Aklın, Törenin ve Nizamın Kurucu İradesi

05.11.2025 00:00
Tarih insanlığın kudret ve düzen arayışlarını kaydeden, bu arayışların hangi aşamalarda
yükselip hangi noktalarda çöktüğünü gösteren en kapsamlı insanlık bilgisidir. Bu uzun zaman
çizelgesi içerisinde siyasî deha, askerî strateji ve idarî yetenek bakımından Cengiz Han kadar
belirgin bir figür bulmak güçtür. 12. yüzyılın sonlarıyla 13. yüzyılın başlarında Orta Asya'nın
geniş bozkır coğrafyasından yükselen bu olağanüstü şahsiyet; aklın serinkanlılığını, törenin
düzenini ve devletin sürekliliğini temsil eden bir kurucu irade olarak ortaya çıkar. Çoğu tarih
anlatısı onu kılıcın ve kanın diliyle tanımlar; şehirleri yakan, halkları dize getiren bir istilacı
olarak resmeder. Oysa çağdaşlarının ve özellikle Léon Cahun, Vasilij Barthold ve Yusuf
Akçura gibi tarihçilerle düşünürlerin gözünden bakıldığında, Cengiz Han'ın tarihsel kimliği
bu yüzeysel yargıların ötesine geçer. Cahun onu bozkırın sert doğasında yoğrulmuş bir
"nizam kurucusu" olarak görür; Barthold, onun askerî teşkilatını ve idarî yapısını "rasyonel
bir devlet modeli" olarak değerlendirir; Akçura ise Cengiz'i "Türk-Tatar siyasi geleneğinin
yeniden dirilişini sağlayan tarihsel bir dönüm noktası" olarak ele alır.
Cengiz Han doğum adıyla Timuçin; 12. yüzyılın ikinci yarısında, Orta Asya'nın kuzeyinde
yer alan ve tarih boyunca göçebe kültürün beşiği olmuş Onon ile Kerulen ırmakları arasındaki
geniş coğrafyada dünyaya gelmiştir. Bu bölge Türk ve Moğol kabilelerinin karmaşık bir siyasi
yapı içerisinde yaşadığı, törenin hâlâ yazılı hukuktan üstün tutulduğu, soy bağının toplumsal
düzeni belirlediği bir dünyadır. Henüz çocukluk yıllarında babası Yesügey Bahadır'ın
zehirlenerek ölmesi üzerine kabilesinin himayesinden mahrum kalan Timuçin, ailesiyle
birlikte bozkırın merhametsiz yasalarıyla yüz yüze kalır; sürgün, yoksulluk ve yalnızlıkla
örülü bu erken dönem, onun karakterinde silinmez izler bırakır. Bu uzun ve çetin çocukluk
dönemi, Akçura'nın yorumuyla, "Bir milletin ruhunun yoğrulduğu devredir." Onun hayatı
bozkırın sertliği içinde gelişen bir siyaset mektebidir; bu mektepte kılıç, yalnızca bir araçtır,
asıl silah ise insanın ruhunu çözümleme ve o ruh üzerinde egemenlik kurabilme kabiliyetidir.
Akçura Cengiz'in bu yönünü vurgularken, onun başarısının temelinde insan ruhuna hâkim
olabilme dehasının yattığını söyler; zira Cengiz için hükmetmek, toprağı fethetmekten önce
iradeyi dizginleyebilme sanatıdır.
Timuçin'in çocukluğunda edindiği en kalıcı ders, itaatin ve sadakatin nizam kurmadaki
vazgeçilmez rolüdür. Göçebe topluluklar içinde otorite verilen sözün ağırlığından doğar. Bu
yüzden Timuçin kabileleri birleştirmeye başladığında, onları güven duygusuyla birbirine
bağlamayı başarır. Bozkırda itaat karşılıklı bağlılığa ve adalete dayanan bir ahlâkî ilişkiye
dönüşür; bu ilişki ileride imparatorluk disiplini hâline gelecektir. Onun ordusunda herkesin
yeri, sorumluluğu ve yükümlülüğü açıkça belirlenmiş, hiyerarşi liyakat ölçüsüne göre tesis
edilmiştir. Bu anlayış Cengiz'in kurduğu askerî ve idarî sistemde ilk kez yetenekten
kaynaklanan bir rütbe düzeni yaratmıştır. Bu yapı kısa sürede bütün Türk ve Moğol
kabilelerini etkiler. Cengiz dağınık boyların tarihsel hafızasını yeniden birleştiren bir simge
hâline gelmiştir. Onun çağrısına uyanlar töreyle yeniden şekillenen ortak bir kimliğin etrafına
toplanmışlardır. Akçura bu birliği "bozkırın devlet aklının yeniden doğuşu" olarak yorumlar;
Cengiz'in başarısını kabile çıkarlarının yerine millet menfaatini koyan yeni bir siyasî bilince
bağlar. Cengiz Han'ın yükselişi, bir bireyin iktidar serüveni olmanın ötesinde göçebe

dünyanın bir millet fikrine dönüşme sürecidir. Timuçin'in Cengiz Han unvanını alışına giden
yol kültürel bir dönüşümün ifadesidir. Onun kurultayda "Han" ilan edilmesi, Akçura'nın
ifadesiyle, "bozkırın töresinden doğan iktidarın siyasî kurum hâline gelişidir." Artık Orta
Asya tek bir yasa ve tek bir töre etrafında birleşmiş bir siyasî organizmadır. Bu yeni yapının
temelleri adaleti kılıçtan üstün gören bir anlayıştan beslenir.
Cengiz Han'ın siyasi dehasını anlamak bozkırın ruhundan doğan özgün bir yönetim
felsefesinin temsilcisi olduğunu fark etmekle mümkündür. 12. ve 13. yüzyıl Asya'sı birbirine
zıt iki dünya görüşünün çatıştığı bir çağdır: bir yanda şehirli medeniyetin durağan, bürokratik
ve teokratik düzenleri; diğer yanda ise göçebe toplumların canlı, töreye dayalı, hareketli
yaşam biçimleri vardır. Cengiz Han, bu iki kutbun arasında durarak bozkırın serbest ruhunu
devlet disipliniyle birleştiren üçüncü bir yol açmıştır. Yusuf Akçura'nın tespitine göre
Cengiz'in getirdiği nizam, törenin devlete dönüşmesiyle açıklanabilir. Bozkır yüzyıllar
boyunca yazısız ama güçlü bir hukuk sistemine sahiptir; töre toplumsal hafızayı diri tutan
ahlâkî bir otoritedir. Cengiz Han bu yazısız düzeni imparatorluk seviyesine taşımış, "töreyi
yasa" hâline getiren ilk hükümdar olmuştur. Bu dönüşümün en dikkat çekici yönü, Cengiz'in
dine karşı geliştirdiği tutumda görülür. Çağının hükümdarları arasında din çoğu kez siyasetin
bir aracı ya da iktidarın meşruiyet temeli olarak kullanılmıştır. Oysa Cengiz Han din ile devlet
arasına belirgin bir sınır çizer; inançları yasaların üstünde bir ortak vicdanın koruyucusu
olarak görür. Onun imparatorluğunda Müslümanlar, Budistler, Şamanistler, Maniheistler ve
Hristiyanlar bir arada yaşayabilmiş; ibadet özgürlüğü, törenin parçası hâline gelmiştir. Katolik
seyyah Wilhelm von Rubruquis, Cengiz'in torunları döneminde bile bu hoşgörünün
sürdüğünü kaydederken, Akçura bu olguyu "Bozkırın laikliği" olarak adlandırır: devletin dini
yoktur, fakat adalet onun imanıdır.
Cengiz'in siyaset anlayışı dinin yerine töreyi, dogmanın yerine aklı koyan bir rasyonel iktidar
modeli üzerine kuruludur. Cengiz için töre halkın vicdanıdır; yasa ise bu vicdanın yazıya
geçirilmiş biçimidir. "Yasa bozulursa devlet bozulur" ilkesi, onun yönetim sisteminin temel
dayanağı hâline gelmiştir. Akçura Cengiz Han'ı değerlendirirken onu bir hukuk ve devlet
düşünürü olarak görür. Çünkü Cengiz'in getirdiği nizam, fetihleri meşrulaştıran fikrî temeldir.
Bu nizam dinle siyasetin ayrıldığı, fakat ahlâkla adaletin birleştiği bir düzendir. Cengiz Han'ın
kurduğu sistem adalet eksenli bir yönetim teorisidir. O, yasayı dogmadan, siyaseti inançtan,
gücü keyfilikten arındırmıştır. Bu düzen bütün insanlık tarihinin en büyük deneylerinden
biridir.
Cengiz Han'ın kişiliği, tarihsel kaynaklarda birbirine zıt biçimlerde betimlenmiştir. Kimine
göre o, taşlaşmış bir kalp taşıyan acımasız bir fatih; kimine göreyse olağanüstü bir adalet
duygusuna sahip bir düzen kurucusudur. Oysa Akçura'nın çözümlemesi, bu iki uç arasında
yeni bir kavrayış noktası sunar. Cengiz Han ne duygusuz bir zalim ne de salt sezgiyle hareket
eden bir kahramandır; o, duygularını bütünüyle aklın denetimine sokabilmiş bir liderdir. Bu
yönüyle onun ruh dünyası, klasik hükümdarlık tiplerinden farklı olarak, sezgisel
kahramanlıktan ziyade akılcı nizamın temsilidir. Timuçin'in gençlik yıllarındaki zorluklar, bir
savaşçının karakterini ve bir filozofun soğukkanlılığını biçimlendirmiştir. İhanete, açlığa ve
sürgüne rağmen ayakta kalabilmesi, iradenin duygular üzerindeki mutlak hâkimiyetini
öğrenmesiyle ilgilidir. Cengiz'in en belirgin özelliği, insan psikolojisini derinlemesine

kavrama yeteneğidir. O, düşmanlarının zayıf yönlerini keşfetmede olduğu kadar, kendi
askerlerinin ruh hâlini anlamada da ustadır. Bu yüzden ordusunda korkudan çok inanç
egemendir; emirlerine itaat liderin adaletine duyulan güvenin doğal sonucudur
Yusuf Akçura Cengiz'in dinî hoşgörüsünü bozkırın kadim düşünce geleneğinden doğan bir
adalet anlayışının yansıması olarak yorumlar. Bozkır halkları, göçebe hayatın doğurduğu
sürekli temas hâlindeki kültürler arasında yaşadıkları için, inanç farklarını çeşitlilik olarak
görmüşlerdir. Bu nedenle Cengiz Han'ın ordusunda Müslümanlar, Budistler, Şamanistler,
Nesturî Hristiyanlar ve Maniheistler yan yana savaşmış; aynı sofrada oturup aynı töreye
bağlılık yemini etmişlerdir. Cengiz bu birlikteliği, herhangi bir dine üstünlük tanımadan,
adaleti Tanrı'nın birliğiyle özdeş kılan evrensel bir ahlâk düzeni olarak yorumlamıştır. Katolik
seyyah Wilhelm von Rubruquis, 1253 yılında Kara Kurum'a yaptığı seyahatte, Cengiz'in
torunlarının da aynı politikayı sürdürdüğünü kaydeder. Seyyahın aktardığına göre, "Cengiz'in
yasasında herkes kendi inancına göre ibadet eder; kimse başkasına dinî baskı yapamaz." Bu
ifadeyi Akçura Türk-Tatar devlet geleneğinin en eski miraslarından biri olarak değerlendirir
ve bu mirasın "bozkırın laikliği" adını hak ettiğini söyler. Buradaki laiklik kavramı inançla
adaletin birbirini bastırmadan var olabileceği bir denge fikridir.
Cengiz'in "Tanrıkut" unvanı da bu dengeyi simgeler. Akçura'nın açıklamasıyla "Tanrıkut"
Tanrı'nın düzenini koruma göreviyle yükümlü kişidir. Cengiz, Tanrı adına hükmetmez; o,
düzeni Tanrı'nın yansıması olarak korur. Bu anlayış onu teokratik bir hükümdardan ayırır ve
adalet merkezli bir nizam kurucusu konumuna yerleştirir. Bu geniş hoşgörü çerçevesi,
imparatorluğun yönetim mekanizmasını da doğrudan etkiler. Dini ayrımlar yerine sadakat ve
liyakat esas alınır; Cengiz'in divanında bir Müslüman vezir, bir Budist danışman, bir Uygur
kâtip ve bir Nesturî din adamı yan yana oturabilir. Akçura, bu manzarayı "medeniyetin ahlâkî
temelde örgütlenmesi" olarak niteler. Cengiz'in kurduğu sistem adaleti ortak değer hâline
getirmeye dayanır. Bu yönüyle onun imparatorluğu insanlık tarihinin ilk dinlerüstü yönetim
modelidir.
Cengiz Han'ın dinî hoşgörüsü, aynı zamanda savaş ve fetih politikalarında da belirleyicidir.
Düşman şehirleri teslim olduğunda; camiler ve kiliseler korunur. Cengiz'in fethettiği
topraklarda yıkılan sadece siyasi otoritedir; dinî kurumlar genellikle töreye uygun biçimde
varlıklarını sürdürür. Bütün bu unsurlar bir araya geldiğinde, Cengiz Han'ın yönetim felsefesi
adeta bir ahlâk-devlet sentezi hâline gelir. Yasalar, insanları birbirine adil davranmayı
öğretmek için vardır. Bu yüzden Akçura, onun "zalim değil, nizamperver" oluşunun sırrını
burada bulur.
Tarihin büyük hükümdarları çoğu zaman aynı anda hem hayranlık hem nefret uyandıran
figürlerdir; Cengiz Han da bu ikili yargının merkezinde yer alır. Çağdaş kaynaklar onu kimi
zaman "dünyayı kana bulayan bir zalim", kimi zaman da "medeniyetin yeniden düzenleyicisi"
olarak anlatır. Oysa Akçura'nın tarihsel yorumu, bu zıt kutupların ötesine geçerek Cengiz'in
kişiliğini düzen kurma bilinciyle açıklar. Cengiz'in nizamı, dışarıdan katı görünse de içinde
mantıksal bir denge taşır. Onun yasalarında suçla ceza arasında rastgele bir ilişki yoktur; her
cezanın arkasında toplumsal bir ilke yatar. Örneğin orduda disiplinsizlik ölümle cezalandırılır,
çünkü bir asker kaçar veya emre karşı gelirse yalnız kendi canını değil, ordunun bütününü

tehlikeye atar. Aynı şekilde yalan söylemek, hırsızlık yapmak ya da emanete ihanet etmek
nizamın temelini zedeleyen bir eylemdir. Bu yüzden Cengiz'in yasalarında cezalar ağır ama
öngörülebilirdir; düzenli bir adalet anlayışına dayanır. Akçura, bu adalet sistemini bir tür
proto-modern hukuk düşüncesi olarak görür. Cengiz'in devleti kural temelli bir yönetim
biçimi geliştirir. Bu durum çağının dinî meşruiyet anlayışından radikal biçimde ayrılır. Cengiz
Tanrı adına hükmetmez; o, Tanrı'nın kurduğu düzeni dünyevi yasalar aracılığıyla sürdürür.
Cengiz'in nizamperverliği kişisel davranışlarında da belirgindir. O, zafer anında bile
gösterişten kaçınır; törenin gerektirdiği ölçülülüğü korur. Zenginlik, ihtişam ya da lüks, onun
gözünde devlet ciddiyetine gölge düşüren unsurlardır.
Tarihte birçok hükümdar, iktidarını kanla kurup korkuyla sürdürmüştür; Cengiz'in farkı
korkunun ötesine geçip itaati rasyonel bir düzene dönüştürmesidir. Cengiz Han'ın tarihsel
portresi, Akçura'nın gözünde bozulmuş düzenin onarıcısı olan bir hükümdarın portresidir.
Akçura, Cengiz Han'ı bir fatih ve nizamın ruhu olarak tanımlar. Yusuf Akçura Cengiz Han'ın
tarihsel kişiliğini değerlendirirken, onu farklı medeniyetlerin bilinçaltında şekillenmiş
imajların kesişim noktasında duran tarihî bir sembol olarak ele alır. Akçura'nın analizine göre
Cengiz Han'a dair oluşan düşmanlık, onun fiillerinden çok bu fiilleri yorumlayan zihniyetin
ürünüdür. İran tarihçiliği yüzyıllardır Firdevsî'nin Şehnâme'siyle örülmüş bir tarih algısının
etkisi altındadır; bu algının merkezinde, Turanlı hükümdar Efrasiyab figürü bulunur. İranlı
müverrihler, tarih boyunca dışarıdan gelen her kudretli gücü, bu mitolojik düşman tipinin
gölgesinde değerlendirmişlerdir. Cengiz Han, onlar için Efrasiyab'ın tarih sahnesinde yeniden
doğmuş hâlidir.
Firdevsî, 10. yüzyılın sonlarında, Arap hâkimiyetinin ardından kimlik krizi yaşayan İran'a bir
"millî hafıza" kazandırmak amacıyla Şehnâme'yi kaleme almıştır. Bu destan görünürde
İran'ın krallar silsilesini anlatır, ama gerçekte bir ideolojik metindir. Onlara göre İran düzenin
ve adaletin; Turan ise kargaşanın ve barbarlığın yurdudur. Efrasiyab, bu ideolojik karşıtlığın
odak noktasına yerleştirilir. O, İran kültürünün reddettiği her şeyin simgesidir; göçebe hayat,
töre, serbest ruh ve Tanrı'ya aracısız bağlılık. Firdevsî, Efrasiyab'ı yenilgiye uğratarak İran'ı
zaferle taçlandırırken, aslında medeniyetin tek merkezli bir anlayışını inşa eder. Yüzyıllar
sonra İran tarihçileri, bu destanın bilinçaltı şemasını tarihî olaylara uygularlar. Hârizm'e giren
Cengiz'in orduları mitolojinin dirilmiş hayaletidir. Akçura bu durumu eleştirirken
Firdevsî'nin tarih üzerindeki etkisini "aklın değil, duygunun mirası" olarak tanımlar. Ona göre
Şehnâme, İran'ı yeniden ayağa kaldırmış ama tarihsel düşünceyi mitolojik bir dairenin içine
hapsetmiştir. İran tarihçiliği, Cengiz Han'ı lanetleyerek aslında kendi hatalarını gizlemiştir;
yozlaşmış idare, rüşvetle çürümüş adalet, mezhep taassubuyla parçalanmış bir toplumun
üzerine düşen darbenin suçunu dış düşmana yüklemiştir. Cengiz Han'ın gelişi Akçura'nın
ifadesiyle, tarihin düzeltici adaletidir. Efrasiyab'ın mitinde yıkım neyse, tarihte Cengiz'in
fetihleri de odur: görünüşte bir felaket, özde bir yeniden yapılanmadır. Akçura'nın eleştirisi,
böylece hem edebî hem tarihî düzlemde derinleşir. Firdevsî'nin İran'ı mitin içinde kendi
hakikatine kör olmuş; Alaeddin'in Hârizm'i bu körlüğü devlet biçiminde sürdürmüştür.
Yusuf Akçura'nın Müverrih Léon Cahun ve Muallim Barthold'a Göre Cengiz Han adlı metni,
Türk düşünce tarihinin erken milliyetçi evresinde tarih ile kimlik arasındaki bağın ilmî bir
zemin üzerine oturtulmaya çalışıldığı bir dönemin mahsulüdür. Bu metin Türk tarihçiliğinin

yalnız bir hadiseler silsilesi olmaktan çıkarak fikrî bir sistem hâline dönüşmesinde belirleyici
bir merhaleyi temsil eder. Akçura'nın amacı, Batı'nın tarih anlayışında barbarlıkla anılan
Cengiz Han figürünü, Türk medeniyetinin siyasî kudreti, teşkilat yeteneği ve idare anlayışıyla
özdeşleştirmektir. Eserde sıkça vurgulanan noktalardan biri, Türklerin başka medeniyetlere
tâbi olmadan kendi medeniyet dairesini teşkil etmiş olmalarıdır. Akçura'ya göre Türk
kavimleri, tarih boyunca müstakil bir medeniyetin kurucusu ve taşıyıcısı olmuş, İslâmiyet
dairesine girdikten sonra da bu medeniyetin ilim, sanat ve siyaset alanındaki ilerlemesine
mühim ölçüde hizmet etmişlerdir. Onun nazarında Türkler, İslâm dünyasında askerî kudretin,
ilmî ve fikrî gelişmenin asli unsurlarıdır.
Akçura'nın düşüncesinde Türk ve Tatar kavramları ayrı ırkî kimlikler değildir; tarih boyunca
aynı kültürel kökten beslenen bir milletin farklı coğrafyalarda aldığı biçimleri ifade eder.
Türk-Tatar ayrımı, Akçura'ya göre siyasî tarih içinde ortaya çıkmış geçici bir bölünmeden
ibarettir; köken bakımından her iki topluluk da aynı tarihî ve medenî mirasın varisidir. Akçura
kültürel sürekliliği soy birliğinden daha üstte tutarak, Türk kimliğini bir tarih şuuru etrafında
yeniden tanımlar. Ona göre Türk birliği, kanın veya dilin sınırlarıyla ölçülmez; müşterek
hatıralar, ortak bir irade ve medeniyet tasavvuru bu birliği inşa eder. Akçura'nın düşüncesi
Osmanlı'nın çözülme yıllarında doğan modern Türk fikriyatının hem tarihsel hem de ahlâkî
temelini oluşturur. Cengiz Han'ı Türk aklının tarih boyunca kurduğu siyasal düzenin en
yüksek temsili olarak sunar. Tarihi bir vakalar toplamı olmaktan kurtaran, onu milletin bilinç
tarihi hâline getiren bu yaklaşım, modern Türk düşüncesinin de kurucu dayanaklarından biri
sayılır. Yusuf Akçura'nın düşünce sisteminde "Türk-Tatar birliği", tarih felsefesi düzeyinde
bir "medeniyet devamlılığı" anlayışının karşılığı hâline gelir.
Akçura'nın, Léon Cahun ve Barthold'un tarih yorumlarını aktardığı bölümlerde, Türklerin
Asya'dan Avrupa'ya uzanan büyük tarihî yayılımını bir "medeniyet göçü" olarak nitelendirir.
Bu göç toprak fetihlerinin ve aynı zamanda kültürel düzen kuruculuğunun da hikâyesidir. Ona
göre Türk-Tatar toplulukları, tarih boyunca çevre medeniyetlerle temas hâlinde olmuş, fakat
hiçbir zaman o medeniyetlerin himayesine sığınmamıştır. Akçura Cengiz Han'ı "nizam
kurucusu" olarak konumlandırırken, Türk tarihinin özünde bulunan teşkilat dehasını vurgular.
Bu sayede Türklerin tarih sahnesindeki varlığı düzenin ve kurucu kudretin bir ifadesi hâline
gelir. Akçura'nın tarih anlayışı, yalnız geçmişi yorumlamakla kalmaz; milletin geleceğine dair
bir fikir teklif eder. Tarih onun kaleminde, bir kimlik inşasının ilmî zemini hâline gelir.
Türklerin tarihî kudreti kültürel üretimin ve siyasal düzenin devamlılığıyla ölçülür.
Akçura'nın nazarında Türk milleti, tarih boyunca ne bir taklitçi ne de bir istilacı olmuş, her
zaman kurucu bir merkez rolü üstlenmiştir. Akçura'nın "Türk-Tatar birliği" fikri tarihin derin
katmanlarında saklı bulunan müşterek bir ruhun, modern çağın kavramlarıyla yeniden inşa
edilmesi arzusudur.
Akçura, Cengiz Han'ı anlatırken onu destan geleneğinin romantik dilinden uzaklaştırır; tarih
sahnesine çıkarılmış bir figür olmaktan öte düşüncenin tarih üzerindeki kurucu kuvvetine
dönüştürür. Cengiz Han'ın askerî başarıları Akçura için yalnızca sonuçtur; asıl mesele, o
başarıların ardında yatan idare bilincidir. Cengiz Han'ın tarihî şahsiyetinde Akçura'nın
gördüğü en önemli yön, bireysel dehanın toplumsal kurumlara dönüşebilme kabiliyetidir. Bir
insanın iradesi, bir milletin hukuk sistemine, idare teşkilatına, hatta ahlâk anlayışına

dönüşmüştür. Bu süreç, tarih felsefesi açısından medeniyetin oluşum dinamiğini açıklar.
Cengiz Han, Türk tarihinin bir dönemiyle sınırlı kalmaz; o, bir akıl tarzını, bir medeniyet
kurma yöntemini temsil eder. Akçura'nın düşünce sisteminde bu yöntem hem tarihsel bir
zorunluluğun hem de kültürel bir mirasın sonucu olarak belirir.
Dr. Mehmet Kaan Çalen'in yayına hazırladığı kitap, Akçura'nın tarihsel yaklaşımını bütün
yönleriyle ortaya koyar. Eser yalnız bir dönemi anlatmakla kalmaz; Türk tarih bilincinin aklî
temellerini, medeniyetin sürekliliğini ve tarihin insan iradesiyle şekillenme kapasitesini de
gözler önüne serer. Akçura'nın satırlarında tarih düşüncenin sürekliliğini sağlayan bir bilinç
biçimidir. Cengiz Han, Türk tarihçiliği açısından düzen, adalet ve akıl kavramlarının tarih
içindeki serüvenini anlamaya yarayan felsefî bir metindir.

Kaynak: Yusuf Akçura, (2018). Müverrih Léon Cahun ve Muallim Barthold'a göre Cengiz
Han (Haz. Mehmet Kaan Çalen). İstanbul. Ötüken Yayınları.
Burcu BOLAKAN / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--








logo

   E-posta: bilgi(@)eskisehirdenhaber.net
Tüm hakları Eskişehirden Haber adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.
Mobil uyumlu haber yazılımı: www.eticaret.com.tr