Merhaba değerli okurlar!
Aslında bugün Kasım ayı ile ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum.
Yaprakların vedâsını, her düşen yaprakta içimdeki suskunluğun büyüdüğünü, Kasım'ın ölümü değil arınmayı hatırlattığını, bir vedâ değil teslimiyet ve kabulleniş olduğunu, kısaca; rûhumun kendinle yanlız kalmaya hazır olup olmadığını yazacaktım. Ama sabah yaşadığım bir olay fikrimi değiştirdi.
Kitaplarımı isteyen bir kardeşime kitaplarımı göndermek için postaneye gittim. Camlı kapıya yaklaştım ,ama görünürde kimseler yoktu. "Acaba açılmadı mı ?" Diye kapıyı yokladım açıldı. İçer girdim, ilerleyince bankoların arkasındaki memurları gördüm. Çay içiyorlardı. "Günaydın" dedim ama kendi kendime demiş oldum. Karşılık bulmadı selamım.
- Kitap göndermek istiyorum hanfendi.
- ...........
Cevap yerine, camlı pencereden bir kargo poşeti uzatıldı. Kitapları içine koydum ve daha önce alıcı adresi ve telefon numarasını yazdığım kâğıdı uzattım;
- Ödemeli olacak . Daha önceleri kitap gönderimlerinde indirim uygulanıyordu şimdi neden yok? Dedim.
- ............
Hiç konuşmasa ,konuşma engelli olduğunu düşünecektim. Sabah sabah epeyce canım sıkıldı. Teşekkür edip çıktım.
Bu , ilk defa karşılaştığım bir olay değildi. Başıma bir çok kereler gelmişti. Bunun tersini yaşadığım da çok oldu. Düşündüm; "neden devlet memurlarıyla ,özel sektörde çalışan memurların davranışları birbirine bu kadar zıt ."( Görevini lâyıkıyla yapan devlet memurlarını tenzih ederim.)
İşin garibi aynı memur özel bir kurumda çalışsa asla bu şekilde davranış sergileyemez.
Aynı masa, aynı kalem, aynı insan. Fakat biri devlet dairesinde oturur, diğeri özel bir şirkette. Kalem aynı yazıyı yazsa da, mürekkebi farklı akar. Çünkü davranışın kaynağı, yalnızca insanın içinden değil, içinde bulunduğu düzenin ruhundan da süzülür.
Devlet memuru, çoğu zaman devletin kudretinin bir yansıması gibi hisseder kendini. Masasının ardında otururken, sırtında bin yıllık bir geleneğin gölgesi vardır. O gölge bazen vakar getirir, bazen mesafe. Çünkü devlet, duygu bakımından soğuktur. O soğukluk, zamanla memurun sesine, bakışına, hatta bütün davranışlarına siner.
Oysa özel sektördeki memur, "patron"un gölgesindedir. Onun vakarını değil, rekabetin nefesini hisseder ensesinde. Hata yaparsa, maaşı değil, yeri kayar. Bu yüzden davranışları genellikle hızlı, çözümcü, "müşteri memnuniyeti" merkezlidir. Korkunun değil, verimliliğin diliyle konuşur. Devlet memurunun cümlesi "Yönetmelikte öyle yazıyor" diye biterken, özeldekinin "Nasıl yardımcı olabilirim hanfendi (beyefendi)?" diye başlar.
Ama mesele sadece iş disiplini değil. Derinde, bir aidiyet farkı vardır. Devlet memuru kendini "devletin adamı" olarak görür; yaptığı iş, bir anlamda "millete hizmet"tir. Fakat bu hizmet bazen samimiyetten değil, görev bilincinden doğar. Oysa özeldeki memur, yaptığı işi "kendine hizmet"in bir parçası gibi görür; kariyerinin, emeğinin, emeğe dönüşen kimliğinin devamıdır.
Aslında fark, yalnızca kurumun adında değil, insanın içinde.
Birinde güven duygusu fazlasıyla oturmuş, diğerinde hep tedirginlik var.
Biri "nasıl olsa işim garanti" rehavetinde, diğeri "her an kapı dışarı edilirim" kaygısında.
Biri devlete yaslanmış, diğeri kazanca…
Ve belki de bu yüzden biri soğuk bir sabırla, diğeri sıcak bir telaşla çalışır.
Sonunda ikisi de aynı akşam eve döner, aynı yorgunluğu taşır. Biri bürokrasinin labirentinden, diğeri rekabetin çarkından geçerek.
O zaman sormak gerek;
"insanı insan yapan, görev yeri midir, yoksa görevdeki vicdanı mı?"
Oysa insanın varlığı, itaate değil, şuura dayanmalı.
Memurluk bir makam değil, bir emanettir.
Devlet, insana hizmet ettiği sürece anlamlıdır.
İnsan, devletin soğuk çarkına dönüştüğü sürece değil.
"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" sözü, duvarlarda değil, kalplerde yankılanmadıkça,
hiçbir kurum insanlaşmayacaktır.
Kafamda yüzlerce çözümsüz sorularla yürüdüm. Eve geldiğimde kendimi rahatlatmak için ,bu durumda herkes ne diyorsa ben de onu dedim: "Bu devran böyle gelmiş böyle gider." Vicdânım " böyle gitmemeli" desede.
Sonuç olarak şöyle düşündüm:
" Makam insanı yüceltmez. İnsan makamı yüceltir."
Sevgiyle kalın.