HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 02 ARALIK 2025, SALI



ŞİMDİ BÖYLE KALIP BATALIM MI?

02.12.2025 00:00
Sürgünde muhalefet eden bir gazetenin adının "Hürriyet" olması çok manidar… Ama gazete içeriğini hazırlayanlardan biri "Vatan ve Hürriyet Şairi" diye anılıyorsa bu, hem manidar hem de manalıdır. Zira kimseye durduk yere "vatan ve hürriyet şairi" denmez. Velev ki kendi döneminde bir şekilde birileri dedi, sonrasında unutulup giderdi. Sadece bedel ödeyenlere yapışır böyle bir ünvan. Gerek İstanbul'da gerek sürgünde aklını, vicdanını, irfanını hürce konuşturmuştur Namık Kemal.  Fikirlerine katılsın yahut katılmasın herkes bilir ki o; cesur ve özgür bir ruha sahiptir. Üslubuyla, duruşuyla, fikirleriyle; milletimize yön vermiş birçok önemli ismin ilham kaynağıdır. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün olmak üzere…
İçeriğini Ziya Paşa'yla birlikte Namık Kemal'in hazırladığı Hürriyet gazetesi; Yeni Osmanlılar Cemiyeti tarafından 1868-1870 yılları arasında önce Londra'da, sonra Cenevre'de yayımlanmıştır. "Meşruti" bir siyasi rejimin savunuculuğunu yapmış; Osmanlı idaresindeki aksaklıkları maliye, eğitim, askeriye vs. farklı alanlarda ele alarak çözüm önerileri sunmuş; dönemin gündemini belirlemiş ve kamuoyuna yön vermiştir.
Geçmiş zaman olur ki… Sayfalarında gezintiye çıktığımda bir başlık beni durdurdu: "Türkistan'ın Esbâb-ı Tedennîsi"…  "Türk dünyasının gerileme nedenleri" hakkındaki bu makale ilgimi çekmişti. Yazının sahibi kimdir, önce ona baktım, ancak belirtilmemiş. Belki Namık Kemal'in, belki Ziya Paşa'nındır. Belki de ortak yazarlı makaledir. Her hâlükârda Hürriyet'indir.
Niçin gerilemişiz? Birbirine benzer çok cevap var tarih kitaplarında. Okul sıralarında ezbere bilir, tarih öğretmenimiz sözlüye kaldırıp sorduğunda "bilimsel gelişmelere ayak uyduramamak..." diye başlardık saymaya nedenlerini. Müslüman'ın yitik hazinesidir ilim. Peki ne ara ve nasıl yitirmişiz bu hazineyi? Hürriyet'teki bu başmakalenin vereceği cevap; kendi dönemine tuttuğu aynaya, aynada yansıttığı insan manzaralarına bakacağımız tarihî bir gezinti fırsatıydı benim için aynı zamanda. 
Bir insanın sıhhat ve selameti nasıl "akl"a bağlı ise bir milletin devam ve saadeti de ilme bağlıdır, diye başlıyor söze yazar. "Bir zamanlar Osmanlı namı cihanı titretir iken şimdi" işlerin artık tersine döndüğünü söylüyor. Çünkü gelişmiş ülkeler "ilim ve marifet"i almış, biz ise "cehalet ve gaflet"te kalmışız. Bir an düşündüm, "cehalet ve gaflet" bize tam olarak neyi çağrıştırıyor, acaba? Kavramlar sözlük anlamlarından fazlasıdır zira. Cehaleti "bilmemek" ile sınırlandırabilir miyiz mesela? Yahut "gaflet" gerçekten "dalgınlık" kadar art niyetsiz midir? Veya "boş bulunuş hâli" gibi masum mudur? Mesela "gaflet"in Gençliğe Hitabe'de millete değil, yöneticiye atfedilen bir özellik olması nasıl yorumlanmalıdır? Biz şimdilik makaleye devam edelim.  
"Tedbir-i deva için marazın teşhisi" lazım deniyor makalede. Yani tedavi için önce bu "cehalet ve gaflet" hastalığını teşhis etmek gerekir. Belirtileri ne zaman başladı, niye tedavi edilmedi şimdiye kadar? Bu sorulara Osmanlı örnekleminde cevaplar veriliyor. Özetle deniliyor ki İstanbul'un fethedilmesiyle birlikte Osmanlı'ya merkezî bir istikrar gelmiştir. "Bu feth-i âlişan memâlik-i şarkiyede terakkiyât-i maarif tarihinin bidayeti oldu." Yani İstanbul'un fethi; ilim, kültür ve eğitim bakımından kalkınmamızın başlangıcıdır. Yazara göre her devletin ömründe bir "Maarif Asrı" olur, Osmanlı'da bu süreç; İstanbul'un fethinden itibaren 100-150 yıl kadardır. Daha sonra düşüşe geçilmiştir. 
Düşüşü hızlandıran asıl neden; "ehliyetli, erbâb-ı kemal âlim"lerin yetişmemesi, daha doğru yetişememesidir. Eskiden "âlim" sıfatını almak; uzun yıllar süren meşakkatli çalışmalar gerektirirdi. Yine bir medresenin müderrisliğine yahut başka makama, talep edenler arasından imtihanla en ehliyetlisine görev verilirdi. Daha sonra devletin içindeki bozulmalar ve dış meşgaleler bu esasa uymaya meydan vermedi ve "müderrislikler hatır veya kişi-zadelik için verildi." diyor yazar. Yani günümüzdeki ifadeyle akademik ünvan ve birçok makama giden yol; kişisine göre kolaylaştırılmıştır. Hatıra binaen yahut sırf nüfuzlu kimselerin yakını diye akademik çevrede ünvan yahut makam dağıtılır hâle gelmiştir. Tabi bu uygulamanın sonucunda nitelikli bilim insanı yetişmemeye başlamıştır. Üstelik"İstanbul ve taşralarda nice erbâb-ı kemal; fakr u zarurette inler. Nice elifba bilmez cahiller vardır ki kimi müderrislik, kimi kadılık ve hatta daha büyük rütbeli mesleklerden maaş yiyorlar"mış. Bütün bunlar olup biterken halk ne diyor peki? Ne diyecek! Mademki liyakat ehli, nitelikli insanlar fakirlik içinde perişan kalıyor, değer görmüyor ve nice elifba bilmez cahiller yüksek yüksek makamlarda yüksek yüksek maaş yiyor o vakit niye senelerce ilim tahsili zahmetine girilsin? 
Medreselerde, yani eğitimin en üst seviyesindeki "gaflet" açıklandıktan sonra ilköğretimin durumuna geçilir. Yani eğitim sistemi; tepeden tırnağa gözler önüne serilmeye çalışılır: "Bizde bir çocuk 5-6 yaşında mahalle mektebine verilir ve elifbadan başlar. Birkaç aydan sonra önüne ebced çıkar ki ne olduğunu ne hocaefendi bilir ve ne kimse anlar." İlköğretimin yüzeysel bir dinî eğitimden ibaret olduğuna, çocuğu gelecek için farklı mesleklere hazırlayacak dersler bulunmadığına, hatta doğru düzgün okuma yazma bile öğretilmediğine değinen yazar; bu söylediklerini kanıtlamak ister gibi "İstanbul'da Ermeni ve Rum mektebindeki çocuklardan ikisi ile bizim mekteplerdeki çocuklardan ikisi -yaşıt olanları- imtihan edilirse meselenin anlaşılacağını" belirtir. Öyle kapsamlı, derinlemesine bir sınav değildir önerdiği. Çocuklardan iki satır yazması ve gazete okuması istensin yeter. İmtihanın sonucundan da çok emindir üstelik. "Ermeni ve Rum çocuklarının çoğu 10 yaşında kendi lisanında yazabilir ve gazete okuyabilir. Bizimkilerin içinde ise 15 yaşındaki çocuklardan Türkçe iki satır pusula yazabilen, gazete okuyabilen pek nadir bulunur." der.  Hatta imtihan etmeden bu farkı anlamanın daha kolay yolu da vardır yazara göre. "Anadolu ve Rumeli'nin hangi şehrine gidilirse iş için kâtip aranılsın, millet-i İslamiye'nin %2'si yazı bilir çıkmaz; milel-i sairenin (diğer milletlerin) %20'si okuryazar bulunur." Ermeni ve Rumlar ilimde ileri gittiklerinden Osmanlı'da ticaret ve sanayi onların elindedir, dolayısıyla refah ve servet de... Yazar bu durumun sadece ülkemiz için geçerli olmadığını vurgular. Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya ve Amerika'da ticaretle meşgul halkın arasında tek Müslüman görülmezken Ermeni ve Rum milletlerinden çoğu yine ticaretle meşguldür. Nitekim şark memleketlerinden hangisine gidilirse gidilsin Müslüman mahallesi "haraba yüz tutmuş", diğer milletlerin mahallesi "kesb-i mamuriyet" etmiş görünüyor. Makaledeki "harab" ve "mamur" tezadı aklımıza Ziya Paşa'nın şu dizelerini getiriyor:
"Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm."
Müslüman ülkelerin her bakımdan virane olmasından elem duyar şair.  Ziya Paşa'nın gördüğü bu tezatta İbn-i Sinaları, Farabileri, Ali Kuşçuları doğuran şark medeniyeti; uzak bir hatıradır artık. 
Son sözü bize bırakır "Hürriyet" ve sorar: "Şimdi böyle kalıp batalım mı yoksa her millet ne yolda ileri gidiyorsa biz de işimizi uydurup yürüyelim mi? Bu ana kadar tuttuğumuz yol bizi şu bulunduğumuz mertebeye indirdi. Bundan böyle daha indireceğine başka delil ister mi?"

 
Feride TURAN / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--








logo

   E-posta: bilgi(@)eskisehirdenhaber.net
Tüm hakları Eskişehirden Haber adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.
Mobil uyumlu haber yazılımı: www.eticaret.com.tr